BEDÎÜZZAMÂN SA‘ÎD NURSÎ
MUHTASAR TÂRİHÇE-İ HAYÂTI
AÇIKLAMA Bu çalışma, edebî bir metin olmadığı gibi akademik de değildir. Hattâ te’lif de değildir.. Bedîüzzamân’ın çeşitli kaynaklara dağılmış hayât seyri ile ilgili bilgi ve belgeleri mihenge vurup doğru neticelere ulaşma çabasından ibârettir… B. Tunç |
BİRİNCİ BÖLÜM
(1878-1908)
DOĞUM TÂRÎHİ ve YERİ
Müküslü Hamza Efendi tarafından kaleme alınan “Bedîüzzamân Sa’îd-i Kürdî’nin Tercüme-i Hâlinden bir hülâsadır” şöyle başlar:
“Bedîüzzamân (1293) târîhinde Bitlis vilâyeti, Hîzan kazâsı, İspa’rit (İspa’ret, İspâirt, İspâert) nâhiyesine tâbi’ Nurs karyesinde tevellüd etmişdir. (…)”1
Yeğeni Abdurrahmân Nursî’nin yazdığı “Bedîüzzamân’ın Târihçe-i Hayâtı”nda da doğum târîhi ve yeri ayni..2
Nâhiye adı, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’de doldurulan Tercüme-i Hâl Varakasında, “اسپاريت/İsparit” şeklinde..3
Yöre halkı dahâ çok, “İsparit” ve “İspairt” olarak telaffuz etmektedir.4
1907 târihli Bitlis Vilâyet haritasında; Bitlis Sancağı içerisinde “İspârût (İspârot) (اسپاروت)” diye bir yer adı görülüyor ki, ayni yerin değişik bir yazılışı olsa gerek:
Sevan Nişanyan 18 Ocak 2013 târihli “Hizan Notları”nda İsparit ve Nurs’la ilgili şunları kaydetmiş:
“İspayert (Ermenicesi Spargerd, yeni adı Sağınlı) bucağı, Hizan’ın da en uzak ve ulaşılmaz kesimidir. Vadinin üç kolundan en sağdakinin ta sonunda Nurs köyü bulunur. Dağın kovuğuna sıkışmış, birkaç haneden oluşan bir yerdir. İnsana sanki kaça kaça gelip buraya sığınmışlar hissini verir. 1960’tan sonra resmi adı Kepirli idi, 2012 Haziranında Nurs adı iade edildi.
Belli ki eskiden önemsiz bir yermiş. Natanyan’ın (1877), Eprigyan’ın (1880-1895) ve Kevorkian’ın (1914) köy listelerinde adı geçmiyor. En erken 1928 tarihli Dahiliye Vekâleti listesinde izini bulabildim. Aslı Nork olmalı, ‘yeniler’ veya ‘yenievler’ demektir. Ermenice yer isimleri çoğu zaman nominatif değil akkuzatif halinde kaydedilir, bunun da akkuzatifi Nors olur.”5
(نورس)un, “Nurs” veyâ “Nors” okunması mümkün.. Nitekim resmî kimlik bilgilerinde yeniyazıya “Nors” olarak geçirilmiş.6
Kendi dilinden Doğum Yeri
“Otuzüç adet Sözlerin ve otuzüç adet Mektubların mecmûuna Risâletü’n-Nûr nâmı verilmesinin sırrı şudur ki:
Bütün hayâtımda Nûr kelimesi her yerde bana rastgelmiştir. Ezcümle, karyem Nurs’tur, merhûme vâlidemin ismi Nûriye’dir, Nakşî üstâdım Seyyid Nûr Muhammed’dir, Kādirî üstâdım Nûreddin, Kur’ân üstâdlarımdan Nûrî, talebelerimden benimle en ziyâde alâkadârı Nûr isimli bulunanlardır. Kitablarımı en ziyâde îzah ve tenvir eden, nûr misâlidir. Kur’ân-ı Hakîm’deki en evvel aklıma, kalbime parlayan ve fikrimi meşgûl eden,
(اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ)
âyetidir. Hem hakāik-i İlâhiye’de müşkilâtımın ekserisini halleden Esmâ-i Hüsnâ’dan Nûr ism-i nûrânîsidir. Hem Kur’ân’a şiddet-i sevk ve inhisâr-ı hizmetim için husûsî imâmım Zinnûreyn’dir.”7
“Bitlis vilâyetine tâbi Nurs köyünde doğan ben, talebe hayâtımda rastgelen âlimlerle mücâdele ederek, ilmî münâkaşalarla, karşıma çıkanları inâyet-i İlâhiye ile mağlûp ede ede İstanbul’a kadar geldim.”8
“Ben de diyorum: ‘Maaliftihar, ben Ispartalıyım.’ Ve Isparta’da o kadar hakīkī kardeşlerim ve akāriblerim var ki, meskat-ı re’sim olan Nurs karyesine pek çok cihetlerle tercih ediyorum. Ve büyük Isparta’nın bir küçük evlâdı hükmünde olan Isparit nâhiyemize, büyük Isparta’nın bir tek köyünü tercih ediyorum.”9
26 Eylül 1921 târihli Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye Tezkiresinde köy adı iki kere “Nevrûz” olarak yazılmışsa da herhâlde sehivdir:10
Dosyası 4480 [Mâliyye Nezâreti Evrâk-ı Nakdiyye ve Levâzım Müdîriyyeti] Şûrâ-yı Devletin Gayri Devâirden Mesâlih-i Şahsiyyeye Dâir Verilen Mazbatalara Mahsus Varakadır Kıymeti Beş Guruşdur Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye Tezkiresidir İsim ve şöhreti: Bedîüzzamân Sa‘îd Efendi Eşkâli Sicill-i Nüfûsa Kayd Olunan Mahalli Vilâyeti: İstanbul Kazâsı: Beyoğlu, Rum-ili, Boğaziçi Mahalle ve Karyesi: Sarıyâr Mesken numrosu:11/18 Nev’-i Mesken: Hâne Esas kaydı: Yabancı. Bitlis vilâyeti, Hizan kazâsı, Nevrûz karyesi 26 Eylül 1337 Nezâret-i Umûr-i Dâhiliyye Yeniköy Nüfus Me’murluğu (…) |
Mîlâdî Doğum Târîhi:
Müküslü Hamza ve Abdurrahman Nursî doğum târîhini 1293 vermişler fakat Rûmî mi, Hicrî mi olduğunu belirtmemişler..
Rûmî olduğunu adıgeçen tezkereden öğreniyoruz:
“Târih ve mahall-i velâdeti: 1295 (bin ikiyüzdoksanbeş) ve 1293 (bin ikiyüzdoksanüç) …”
Vesîkaya dayalı ilk Mîlâdî doğum târîhi tesbiti, Risale-i Nur Enstitüsü tarafından yapılmıştır.11
Doğum târîhi ile uyumlu istihraclar da var:
“… ya’nî arza bastığın zaman ki, cifirce 1295 Arabî, 93 Rûmî târîhidir ki, târîh-i velâdetine ve Rus Harb-i müdhişine tevâfukla berâber..”12
“… 1293 eder. İşte bu târih, Rus’un Âlem-i İslâm’ın felâketine sebep olan 93 dehşetli harbin zamânına ve Risâle-i Nur müellifinin târîh-i velâdetine tam tamına tevâfuku şüphesiz kasdî bir işâret-i gaybiyedir.”13
H.1295-R.1293 örtüşmesi şu 67 günlük zaman dilimine denk geliyor:
1 Muharrem 1295 – 8 Rebîülevvel 1295
24 Kânûnievvel 1293 – 28 Şubat 1293
5 Ocak 1878 – 12 Mart 1878
MUHAMMED SA‘ÎD
Ahmed Feyzi Kul, “Mâidetü’l-Kur’ân ve Hazînetü’l-Bürhân” adlı eserinde şöyle diyor:
“Hazret-i Bedîüzzamân’ın adı yalnız ‘Sa’îd’ değil, ‘Muhammed Sa‘îd’dir. Buna hemşehrileri şehâdet ediyorlar. Lihikmetin göbek adı gizlenmiş, belki de kasdî olarak yalnız Sa’îd adı iştihâr etmiştir.”14
Samsun Mahkemesinin ta’lik olunması için İstanbul Cumhûriyet Savcılığına verilen 6 Mayıs 1953 târihli Dilekçede adı Mehmet Sait [Mehmed (Muhammed) Sa‘îd] olarak kayıtlıdır.15
Barla sürgününde iken (1927-1934) bir talebesinden gelen mektûbun üzerindeki şu ibâre de yukarıdaki bilgileri doğruluyor: “Muhterem ve Muazzez Hocam Muhammed Sa’îd-i Nursî Efendi Hazretlerine takdîm”16
Bir Hâtıra 2012’nin Aralık ayı ortaları.. Mustafa Süzen Ankara’dan yola çıkmış.. Ziyâretler, araştırmalar yapa yapa İzmir’e doğru geliyor.. Telefon etti.. Ömer Özcan’ı da aramış.. İzmir Y. Asya temsilciliğinde buluştuk.. (Hasan Şen, resmî bir işi sebebiyle yerinde yoktu. Çay ikrâmları H. Muharrem Okur’un oğlu Ahmed Said Okur kardeşimizden oldu..) Sohbet sırasında Hz. Üstâd Barla sürgününde iken gelen mektupların birinin üzerinde yukarıdaki ibârenin bulunduğunu söyledim.. İlk def’a duymuşlar.. M. Süzen hemen telefonla A.kadir Badıllı (rh) Ağabey’i arayıp sordu. Meğer o da fark etmemiş!… (Bkz: B. Tunç; Abdülkadir Badıllı Ağabey’e rahmet, Yeni Asya, 16.01.2015) https://www.yeniasya.com.tr/bilal-tunc/abdulkadir-badilli-agabey-e-rahmet_315419 Ömer Özcan’ının te’yîdi: Bilal Tunç, Mustafa Süzen ve Ömer Özcan olarak iki sene kadar evvel İzmir Yeni Asya bürosunda buluşmamız ve merhum Abdulkadir Badıllı Ağabeyimizle telefon görüşmemiz aynen vakidir. Mufassal Tarihçe-i Hayat 877. sayfada görülen mektup zarfı fotokopisinin mahiyeti de “Muhterem ve Muazzez Hocam Muhammed Saîd-i Nursî Efendi Hazretlerine takdîm” Badıllı Ağabeye telefonla sorulmuştur. Badıllı Ağabey o anda intikal edemedi…Sonraki gelişmeleri bilemiyorum… (Bkz: agy, yorumlar. 17.1.2015). |
ÂİLESİ
Ebeveyni:
Baba adı Mirzâ, ana adı Nûriyye’dir.17
Ana-Baba adı bir lâhika mektubunda şöyle geçer:
“Bundan sonra Feyzi ve Emin’in üçüncüsü Abdülmecid olsun. Safranbolu kahramanlarından aldıkları lüzumlu mektupları ona da göndersinler.
Hem, benim tarafımdan ona yazsınlar ki: Eski Sa‘îd’in birinci talebesi bulunduğun gibi, yeni Sa‘îd’in dahi Hulûsi ile berâber yine birinci safta talebelerisiniz. Hem benim hakkımda musîbet ve fenâ haberleri aldığı vakit, merhum pederim ‘Mirzâ’ (r.h.) gibi olsun, merhûme vâlidem ‘Nûriyye’ (r.h.) gibi olmasın. Çünkü eski zamanda, dağdağalı hayâtımda hakkımda acîb havâdisler peder ve vâlideme ihbâr ediliyordu. ‘Sizin oğlunuz öldü veyâ vuruldu veyâ hapse girdi’ gibi fenâ haberleri babam işittikçe, keyifleniyordu, gülüyordu. Derdi: ‘Mâşâallah! Oğlum, yine bir ehemmiyetli iş, bir kahramanlık göstermiştir ki, herkes ondan bahsediyor.’ Vâlidem ise, onun sürûruna karşı şiddetle ağlıyordu. Sonra zaman, babamın haklı olduğunu çok def’a gösteriyordu.”18
İleriki yıllarda Annesini ve Kardeşlerini hasretle yâd edecektir:
“Evet, insanın en birinci üstâdı ve te’sirli muallimi, onun vâlidesidir. Bu münâsebetle, ben kendi şahsımda kat‘î ve dâimâ hissettiğim bu ma‘nâyı beyan ediyorum:
Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım hâlde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tâzeler gibi, merhum vâlidemden aldığım telkînât ve ma‘nevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, âdetâ maddî vücûdumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sâir derslerimin o çekirdekler üzerine binâ edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve rûhuma merhum vâlidemin ders ve telkînâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakîkatler içinde birer çekirdek-i esâsiye müşâhede ediyorum.”19
“Ben dokuz yaşımdan beri şefkatli vâlidemi görmediğimden sohbetinde bulunamadım. O hürmetli muhabbetten mahrum kaldığım ve üç hemşiremi de onbeş yaşımdan sonra göremediğim -Allah rahmet etsin- vâlidemle beraber berzah âlemlerine gittikleri için, dünyânın çok zevkli, lezzetli olan uhuvvetkârâne sohbetlerinden merhamet ve hürmetten mahrum kaldığımdan ve üç kardeşimden iki kardeşimi elli seneden beri görmediğimden -Allah onlara rahmet etsin- öyle kıymetdâr, dindar, âlim iki kardeşimin sohbetinden, hürmetkârâne muhabbet, merhametkârâne şefkatteki sürurdan mahrum kaldığımdan, bu dünyâda Risâle-i Nûr’un îmanda cennet çekirdeği bulunduğunu gösterdiği gibi, …”20
Abdülkadir Badıllı, Âilesi hakkında şu bilgileri veriyor:
“Annesinin ve babasının doğum ve vefatları hakkında maalesef kesin bir bilgimiz olmadığı gibi; annesi tarafının ailesi ve babası hakkında da bir malûmat yoktur. Sadece N. Şahiner’in tespitine göre, annesi Nûriye, Nurs’un kuzeyinde üç saatlik mesafede bulunan ‘Bilkân’ köyündendir. Nûriye Hanım’ın vefatı ise, Birinci Cihan Harbi sıralarında olduğudur. Bunun dışında Nûriye hanımın sülâlesi, soyu ve ailesi hakkında bir malûmatımız bulunmamaktadır.
Bediüzzaman’ın babası Sofi Mirza, 1920 yılında vefat ettiği; sülâlesi ise, Sofi Mirza’dan sonra, dört batna kadar (yani baba) belli olup, bunlar: “Ali, Hızır, Mirza Hâlid ve Mirza Reşan” olduğu, yine tespitler arasındadır.
Tüm Doğu’da olduğu gibi, bölge halkının fıtrî ve millî bir âdeti olan, adları tasğir etme, yani küçültme, kısaltma geleneğine binâen, halk arasında Mirza Efendiye Sofi Mirzo veya mezar taşında yazılı olduğu şekilde Mirze21 diye kullanıldığı gibi, annesi Nûriye Hanıma da Nûre denilirdi.
Nurs köyü mezarlığında, bu ulema yetiştiren âilenin reisi, Bediüzzaman’ın babası Sofi Mirza ile hanımı Nure ve oğlu Molla Mehmed ile Molla Abdullah yanyana yatmaktadırlar. Allah’ın nûruna ve rahmetine gark olsunlar.”22
Kardeşleri:
Badıllı ve çoğu araştırmacılar, kardeşleri, büyükten küçüğe şöyle sıralar:
“1. Dürriyye, 2. Hânım, 3. Abdullah, 4. Sa‘îd, 5. Mehmed, 6. Abdülmecid ve 7. Mercan.”23
M. Selim Mardin ise, “resmî nüfus kayıtları”na istinâden farklı bir sıralama yapmış:
“1. Dürriyye, 2. Abdullah, 3. Sa’îd, 4. Mehmed, 5. Abdülmecid, 6. Hânım ve 7. Mercan.”24
SEYYİDLİĞİ
Badıllı’nın ifâdeleriyle:
“Risâle-i Nûr Külliyâtından yapılan istihraclar, dost ve talebelerinin hâtıra ve telakkîleri ve ortaya konulan belgeler Üstâd’ın şeceresinin Peygamber Efendimize [s.a.m] ulaştığını göstermektedir.
Bedîüzzamân mahkeme müdâfaasında “Ben seyyid değilim” der. Üstâdın resmi kimliğine baktığımızda Nurs’lu olduğu ve Doğu Bölgesinde dünyâya geldiği anlaşılmaktadır. Bu ifâde düşünülürken mahkemedeki şartlar dikkate alınmalıdır. Zîrâ Bedîüzzamâ’nın seyyidliğini kabul etmesi, onların nazarında siyâsî mânâda yorumlanacak ve mahkûmiyetine sebep olabilecektir. Hâlbuki Emirdağ Lahikası-I’in son kısma yakın bir mektûbunda ise,
‘Ben kendimi Seyyid bilemiyorum. Nesiller bilinmiyor. Ancak ben ma‘nevî Ehl-i Beyt’den sayılabilirim.” der.
Son Şâhitler’de Salih Özcan’ın hâtıralarında Üstâd, şeceresinin hem anne ve hem de baba cihetiyle Hz.Hasan ve Hz.Hüseyn’e dayandığını bizzat ifâde etmiştir.’”25
Yakın talebeleri ve Ahmed Akgündüz gibi ekser araştırmacılar Seyyidliğinde hemfikirdirler..26
Farklı görüşler de bulunuyor..27
TAHSİLE BAŞLAMASI: 1886-87
Burada ve kesin olmayan durumlarda târihler, tahmînî olarak eklenmiştir.
Hamza Efendi tahsîle başlama yaşını 10 olarak verirken Abdurrahman Nursî 9 vermiş.. İkisi de târih belirtmemişler.
Tahsil hayâtını Hamza Efendi şöyle hülâsa etmiş:
“Dokuz sene hayât-ı tufûliyetini âşiyâne-i pederde imrâr etdikden sonra tahsîle başlar. Büyük kardeşi Molla Abdullâh nezdinde üç sene kadar Kürdistân’da cârî olan usûl dâiresinde emsâli gibi Nahv ve Sarfın mebâdîsini ‘hallü’l-meâkid’e kadar mutavassıt bir derecede, ya‘nî İstanbul usûlünce ‘izhâr’ı tahsîl etdikden sonra birâderinden ayrılır.
Kürdistân’da talebe-i ulûm istedikleri zaman, diledikleri hocanın nezdine gidib arzû etdikleri kitâbı tederrüs ederler. Ya‘nî talebe hocanın arzûsuna tâbi‘ olmayıb, bil‘akis hoca talebenin re’yine tâbi‘dir. Bedîüzzamân da bu usûle tâbi‘ olarak Siird’e azîmet eyledi.
Siird’de Molla Fethullâh Medresesinde iki ay tahsîl ile meşgūl olduktan sonra Siird’i terkle Müküs’de [Bahçesaray] bulunan Medrese-i Emîr-il Hasan Velî’nin müderrisi olan Molla Abdulkerîm Efendi’nin nezdine giderek o zatdan iki ay kadar ahz-ı feyz etdikden sonra, Vastan’a [Gevaş] azîmet eyledi. Vastan’da tahsîl ile meşgūl olmayıb, yalnız bir ay kadar tebdîl-i havâ içün ikāmetden sonra Bâyezîd’e [Doğubayazıt] tevcîh-i hareket eyledi. İşte hakīkī tahsîlin[in] başlangıcı bu târîhden i‘tibâr olunur.
Bâyezîd’de Şeyh Muhammed-i Celâlî nezdinde üç ay kadar tahsîl etmişdir. Fakat bu tahsîl, gāyet garîb görünüyor. Çünki, üç ay zarfında Kürdistân usûlüyle Molla Câmî’den ikmâl-i nüsah etdi: Ya‘nî her kitâbdan bir veyâ iki ders en nihâyet on ders kadar tederrüs, mütebâkīsini terk eyledi. Hocası Şeyh Muhammed Celâlî Hazretleri bu hâlden hoşlanmayarak i‘tirâzında bulunmuş ise de; Bedîüzzamân cevâbında: ‘Hocam!.. Bu kadar kitâbı, bu kadar ulûmu okuyub anlamak iktidârına mâlik değilim. Yalnız bu kitâblar neden bahsetdiklerini anlayayım da, sonra tab‘ıma muvâfık olanlara çalışacağım.’dedi. Fakat maksad-ı aslî, medrese usûlünde bir teceddüd, bir garâbet göstermek… Ve bunca havâşî ve şerhle izâa-i vakt etmemekdi.
O sûretle üç ayda yirmi senelik usûlce tahsîl edilen kitâbları okuyub ikmâl-i nüsah etdikden sonra, hocasının:
‘Nasıl ve hangi ilim hoşuna gitdi?’suâline cevâben: ‘Bu ilimleri birbirinden tefrîq edemiyorum. Yâ hepsini bilirim. Veyâhûd hiçbirisini bilmem.’dedi.
O zaman her eline aldığı kitâbı anlar ve mütemâdiyen mütâlaa ile vaktini geçirirdi. O derece ilme dalmışdı ki; hayât-ı zâhiriyye ile hiç alâkadâr görünmezdi. Sorulan her ilmî suâle derhâl ve bilâtereddüd cevâb verirdi.”28
Yeğeni Abdurrahmân Nursî’nin yazdığı Târihçe dahâ tafsîlâtlıdır:
“… dokuz yaşlarına kadar âşiyâne-i pederde kaldı. O esnâda tahsîl-i ilmde bulunan büyük birâderi Molla Abdullâh sabâvetinde bile şiddet-i muhâkemesi birâderinin tahsîl-i ilmden ne derece feyzyâb olduğunu tedkīqe sevq etdi. Birâderinin gitdikce tehzîb-i ahlâq ederek köydeki okumamış arkadaşlarından okumakla tezâhür eden meziyyetini düşünüb hayrân kaldı. Ahvâl ve etvârındaki tekâmül-i tedrîcîden neş’et eden ciddî bir şevq ile tahsîli gözüne aldı. Berây-i tahsîl nâhiyyeleri dâhilinde bulunan Tâğ karyesine gitdi. (…)”29
BÂYEZİD VE İCÂZET: 1891-92
Tağ köyünde Muhammed Emîn Efendi’de başladığı tahsîlini; bir-kaç def’a ara vermek ve hayli hoca, medrese ve yer değiştirmek sûretiyle devâm ettirir. Siird ve Müküs’e [Bahçesaray] gider. Nihâyet Erzurum’un Bâyezîd kasabasında Şeyh Muhammed Celâlî Hazretleri nezdinde tamamlar ve icâzet alır.
Üstâd, Dârü’l-Hikmet’te iken doldurulan Tercüme-i Hâl Varakasında,
“Muhammed Celâlî Efendi Hazretlerinden almış olduğum icâzetnâmeyi zamân-ı esâretimde zâyi‘ eyledim.”30 beyânında bulunmaktadır.
“Kürdler’in edîb-i dâhîlerinden Molla Ahmed-i Hânî Hazretlerinin gündüzleyin bile havf ile girilen kubbe-i saâdetlerine kapanır, ba‘zan geceleyin orada kalırdı. Bundan dolayı ahâlî, ‘Bu, Ahmed-i Hânî Hazretlerinin feyzine mazhar olmuşdur..’ ve bu hâli müşârün-ileyhin kerâmetlerine hamlederlerdi. Bu vakitlerde kendisi 13-14 yaşlarında idi.”31
“Kürd ulemâsından mümtâz sîmâlarla mülâkāt ve şübhelerini izâle içün teberrüken bir-iki ders tederrüs etmeğe karâr verdi. Ve Bağdâd’a ziyâret kasdıyla hocasından me’zûniyet istihsâl etdi. Dervîş kıyâfetine girdi. Omuzlarına bir posteki atarak, caddeleri ta‘kib etmeden dağlarda, ormanlarda geçe dolaşa Bağdâd’a gitmek niyetinde iken Bitlis’e geldi. Şeyh Muhammed Emîn Efendi Hazretlerinin tekyesine giderek iki gün kadar dersinde bulundu. Şeyh Efendi kendilerine derviş kisvesini atarak kisve-i ilmiyyeye girmesini teklîfle cübbe ve sarık ihdâ buyurdu. Bu teklîfe cevâben: ‘Ben henüz sinn-i bülûğa vâsıl olmadığımdan, muhterem bir müderris kıyâfetini kendime yakıştıramam. Ve ben bir çocuk iken nasıl hoca olabilirim?’ diye teklîfini reddetmişdir.
Kendilerine verilen cübbe ile sarığı câmiin bir köşesine vaz‘ ile, Şîrvân’da terketdiği birâderinin nezdine gitdi.”32
Hâdiseyi çok zaman sonra kendisi şöyle yazacaktır:
“Eski zamanda, ondört yaşında iken, icâzet almanın alâmeti olan üstâd tarafından sarık sardırmak, bir cübbe bana giydirmek vaz‘iyetine mâniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisve giymek yakışmadığı…
Sâniyen: O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstâdlık vaz‘iyeti değil, yâ rakîb veyâhud teslimiyet derecesine girdikleri içün bana cübbe giydirecek ve üstâdlık vaz‘iyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliyâ-yı azîmeden dört beş zâtın vefat etmeleri cihetiyle, ellialtı senedir icâzetin zâhir alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir üstâdın elini öpmek, üstâdlığını kabûl etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesâfede Hazret-i Mevlânâ Zülcenâheyn Hâlid Ziyâeddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarıkla, pek garip bir tarzda bana giydirmek içün gönderdiğini ba‘zı emârelerle bana kanâat geldi. Ben de o mübârek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenâb-ı Hakk’a yüz binler şükrediyorum. Hâşiye
Hâşiye:
Bu mübârek emâneti Risâle-i Nur talebelerinden ve âhiret hemşirelerimizden Âsiye nâmında bir muhterem hanımın eliyle aldım.”33
Üstâd, eserlerinde bâzan târih vermeden sene veyâ yaş belirtmekde ve bu sayılar vesîkalara uygun olmayabilmektedir. Metinde geçen 56 sene gibi…
14 yaşlarında (1891-92’ler) icâzet aldığına göre, üzerine 56 sene eklersek 1947’lere gelir ki Üstâd o târihlerde Kastamonu’da değildir!..
Böyle durumlarda değerli araştırmacı Orhan Dindar’ın kanâatine katılmak en iyi çıkış yolu olsa gerek:
“Esas mevzûnun hâdisenin târihinden ziyâde mâhiyetinin nazara verildiği, bu tarz cümlelerdeki târihlerde herzaman kesinlik aranmayabileceği anlaşılmaktadır. Binâenaleyh bu tür târihler için 8, 18 ve 28. Lem’alar ile Birinci Şuâ’ vb. Risâlelerde cifir ve ebced hesâbiyle tâyin edilen târihlerin esas alınması ve mevsuk târîhî hâdiselerle mukāyese edilerek te’yid edilmesi herhâlde daha münâsib olur kanâatindeyim.”
“SA‘ÎD-İ MEŞHÛR” ve “BEDÎÜZZAMÂN”
“[Şirvan’da] Bir müddet kaldıktan sonra Siird kasabasına gider ve orada bulunan Molla Fethullâh Efendi’nin medresesine gider.
Molla Fethullâh, Molla Sa‘îd’e: Geçen sene Süyûtî okuyordunuz. Bu sene Molla Câmî’yi okuyorsunuz?
Bedîüzzamân: Evet, Câmî’yi bitirdim.
Molla Fethullâh herhangi kitâbı soruyorsa ‘Bitirdim.’ cevâbını alınca tahayyür etdi ve kendilerine Molla Fethullâh: ‘Hey deli! Geçensene deli idin. Acabâ bu sene de mi deli oldun?’
Bedîüzzamân: İnsan başkasına karşı kesr-i nefs içün hakīkati ketmedebilir. Fakat babadan dahâ muhterem üstâdına karşı hakīkat-i mahzdan başka bir şey söyleyemez. Emrederseniz söylediğim kitâblardan beni imtihân et.
Molla Fethullâh herhangi kitâbdan sorduysa cevâbını güzelce verdi. Bunun üzerine bu muhâvereyi dinleyen ve bir sene evvel hocasının hocası bulunan Molla Alî-i Sûrân nâmındaki zât kendilerinden ders almaya başladı. Molla Fethullâh ‘Pek-a‘lâ zekâda hârikasınız, fakat hıfzınız nasıldır? Makāmât-ı Harîriyye’den birkaç satırını iki def‘a okumakla hıfzedebilir misiniz?’ diye kitâbı uzatır. Molla Saîd kitâbı alarak bir yaprağını bir def‘a okumakla hıfz etdi ve okudu.
Molla Fethullâh: Zekâ ile hıfzın ifrât derece bir adamda tecemmuu nâdir olmakla, şimdiye kadar iki adamda gördüm: Biri sizde, diğeri Molla Hâlid-i Ölekî’de.
Bedîüzzamân orada iken Cem‘ul Cevâmi‘ kitâbını günde bir-iki sâat iştigāl etmek üzere bir haftada hıfz etdi. Bunun üzerine Molla Fethullâh şu kelâmı söyleyerek kitâbın üzerine yazmışdır:
(قدجمعه فى خفظه جمع الجوامع جميعه فى جمعةٍ) [Cem‘ul-Cevâmi‘in tamâmını bir Cum’a’da (bir haftada) ezberledi.]”34
Kendisi de başka bir Cem‘ul-Cevâmi‘ nüshasının sonuna bir haftada ezberlediğini yazar ve Sa‘îd en-Nursî olarak imzalar.35
Bir Emirdağ mektubunda şöyle der:
“Meraklı kardeşimiz Re’fet Bey, Bedîüzzamân‑i Hemedânî’nin üçüncü asırda, vazîfe ve te’lifâtı hakkında ma‘lûmât istiyor. Ben o zât hakkında yalnız hârika bir zekâveti ve kuvve‑i hâfızası bulunduğunu biliyorum.
Ellibeş sene evvel, Üstadlarımdan Siird’li merhum Molla Fethullah, Eski Sa‘îd’i ona benzeterek, onun o ismini ona vermiştir…”36
Abdurrahmân’a göre, Siird’de ulemâ ile yaptığı münâzaralar sonunda “Meşhûr” lakabıyla anılmaya başlar..:
“Bu esnâda 15-16 yaşlarında bulunuyordu. Lâkin kuvve-i bedeniyyece pek çevik ve metîndi. Hattâ ‘Meşhûr’ lakabıyle telkīb edildi.”37
“Bedîüzzamân” lakabını ise Van’da kazanır..38
KĀMÛS-U OKYANUS’U EZBERLEMESİ
“O esnâda talebesi bulunan Molla Cuhûr’un köylüler tarafından cerhedilmesinden darılarak, Siird’e tâbi‘ Tillo kasabasındaki Hâsıyyâ nâm türbeye kapandı. Mezkûr türbede hârika olarak Kāmûs-i Okyanus’u Bâb-üs Sin’e kadar hıfz eyledi. Ne fikre mebnî kāmûsu hıfzetdiği soruldukca ‘Kāmûs, her kelimenin kaç ma‘nâya geldiğini yazıyor. Ben de bunun aksine olarak her ma‘nâya kaç kelime müsta‘mel olduğunu gösterir bir kāmûs vücûda getirmek merâkına düşdüm. Bu heves üzerine hıfzetdim.’ cevâbında bulundu. Mezkûr kubbeye kapandığı vakit kendisinden biraz küçük birâderi Mehmed, yemeğini getiriyordu. Yemek içindeki dâneleri kubbenin etrâfında bulunan karıncalara yedirerek, kendisi ekmeklerini yemek suyuna batırarak kanâat ediyordu. Neden dolayı yemek dâneleri onlara verdiği soruldukda, ‘Bunlarda bir hayât-ı ictimâiyyeye mâlik ve fevkal‘âde vazîfeşinâs ve sâ‘î bulunduklarını müşâhede etdiğim içün cumhûriyetperverliklerine mükâfaten kendilerine muâvenet etmek istiyorum.’ cevâbında bulunmuşdur.”39
Türbe, farklı kaynaklarda farklı adlarla geçmektedir:
– “Meşhur bir türbe”: Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; Târihçe-i Hayâtı, Eserleri, Meslek ve Meşrebi, Doğuş Ltd. Şirketi Matbaası, Ankara, 1958, s.9.
– “Kubbe-i Hâsiye”: Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bedîüzzaman Said Nursî, Nesil Yayınları-2006, s.65.
– “Hassa kubbesi”, “Hâssa (Hasya) Künbeti denilen türbe”: Abdülkadir Badıllı; Bedîüzzaman Saîd-i Nursî, Mufassal Târihçe-i Hayâtı, İttihad Yayıncılık-1998, s.111.
– “Hâssa (Hasya) Künbeti denilen türbe”: Ahmed Akgündüz, Prof. Dr.; Arşiv Belgeleri Işığında Bedîüzzamân Saîd Nursî ve İlmî Şahsiyeti – Birinci Kitap, 2013, s.297.
Üstâd, Eskişehir Ağır Cezâ Mahkemesinde kendisine sorulan bir soru üzerine karıncaların cumhûriyetperverlikleri mes’elesine değinecektir:
“1935’te Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde ‘Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?’ suâline cevâben, ‘Eskişehir Mahkeme Reisinden başka, dahâ sizler dünyâya gelmeden, benim dindar bir cumhûriyetçi olduğumu elinizdeki Târihçe-i Hayâtım isbât eder.’
‘Hulefâ-i Râşidîn, herbiri, hem halîfe, hem reîs-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber, Aşere-i Mübeşşere’ye ve Sahâbe-i Kirâm’a elbette reîs-i cumhur hükmünde idi. Fakat ma‘nâsız isim ve resim değil, belki hakîkat-i adâleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan, ma‘nâ-i dindâr cumhûriyetin reisleri idiler.’”40
MUSTAFA PAŞA’YI HİDÂYETE DÂVET …
“Orada [Tillo’da] iken bir gece Şeyh Abdülkādir-i Geylanî Hazretlerini rü’yasında görür ve kendisine hitâben Şeyh Hazretleri: ‘Molla Saîd! Mîrân Aşîreti Reîsi Mustafa Paşa’ya gidiniz. Ve kendisini tarîk-ı hidâyete da‘vet ediniz. Ve kendisine, yaptığı zulmden vazgeçerek namâza, emr-i ma‘rûfa müdâvim olmasını tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz!.’41
Molla Saîd, şu rü’yâyı görür görmez hemen tedârikini yaparak Mîrân Aşîreti’ne doğru Tillo’dan hareket eder.
Mumâileyhin çadırına gider. Kendilerinin orada bulunmadığından biraz istirâhatdan sonra Mustafa Paşa içeri girer. Bütün hâzırûn kıyâm etdikleri hâlde, Molla Saîd yerinden bile kımıldanmaz. Kendisinin nazar-ı dikkatini celble, aşîret binbaşılarından Fettâh Bey’den kim olduğunu sorar. Fettâh Bey, Meşhûr Molla Sa‘îd olduğunu bildirir. Hâlbuki, mumâileyh ulemâdan fevkal‘âde müteneffir idi. Şübhesiz bunun da üzerine dahâ fazla kızdıysa da izhâr etmemekde idi. Molla Saîd’e niçün buraya geldiğini sorunca, cevâbında Molla Saîd: ‘Sizi hidâyete getirmeğe geldim. Yâ zulmü terkle namâzını kılacaksın veyâhûd seni öldüreceğim.’ demesinden hiddetlenerek dışarı çıkar. Biraz dolaşdıkdan sonra yine çadıra gider ve Molla Sa‘îd[e] niçün geldiğini tekrâr sorar. Molla Saîd: ‘Sana söyledim yâ! Onun içün gelmişim.’
Mustafa Paşa: (Çadırın direğinde asılı bulunan kılınca işâret ederek) ‘Bu pis kılıçla mı?’
Bedîüzzamân: ‘Kılınç kesmez, el keser.’ cevâbında bulunmuş. Mustafa Paşa tekrâr dışarıya çıkarak biraz gezindikden sonra içeri gider.
Mustafa Paşa: ‘Benim Cezîre’de âlimlerim var. Eğer hepsini ilzâm ettinse senin dediğini yaparım ve illâ seni nehre atarım.’
Molla Sa‘îd: ‘Bütün ulemâyı ilzâm etmek benim haddim olmadığı gibi, beni de nehre atmak sizin haddiniz değildir. Fakat ulemâya cevâb verince sizden bir şey isterim. O da bir mavzer tüfengidir ki şâyet sözünde durmaz isen onunla seni öldüreceğim.’
Bu muhâvereden sonra atlarına binerek Cezîre’ye giderler. Yolda kat‘iyyen Molla Sa‘îd’le konuşmaz. Bânî Hânı dedikleri mevqie gelince yorgunluğundan Molla Sa‘îd orada biraz yatar. Uykudan uyanır uyanmaz etrâfında bütün âlimler kitâbları ellerinde beklediklerini görür. Biraz görüşdükden sonra hâzırûna çay ikrâm edilir. Cezîre âlimleri ise Molla Sa‘îd’in şöhretini işitdikleri içün mebhût bir vaz‘iyyetde çaylarını bile unutarak Molla Sa‘îd’in suâline intizâr etmekde idiler. Molla Sa‘îd ise çayı içmekde iken dalgın dalgın karşısında bulunduğu bir-iki bardak çayı da içer.
Mustafa Paşa, hocalarına hitâben: ‘Ben okumuş değilim, fakat Molla Sa‘îd’in mücâdelesinde mağlub olacağınıza şimdi hükmetdim. Zîrâ bakıyorum ki, siz düşünmekden çaylarınızı unuttuğunuz hâlde, Molla Sa‘îd kendi bardağını içdikden başka diğer iki-üç bardağı da içdi.’
(…) Molla Sa’îd bu âlimlere karşı: ‘Efendiler! Bendeniz va‘d etmişim, hiç kimseye suâl sormam. Binâen-aleyh cevâbınıza muntazırım.’ der. Hâzır hocalar kırka karîb suâl sormuşlardır. Umûmuna cevâb verdikden sonra, bir suâlin cevâbını sehven yanlış söylediği hâlde karşısındakiler doğru telakkī ederek tasdîq etmişlerdi. Meclis dağılınca Molla Sa’îd derhâtır eder. Hemen kendilerinin arkası sıra giderek: ‘Afv edersiniz, bir suâlin cevâbını yanlış söylediğim hâlde farkına varmadınız.’ Cevâblarını tashîh etmişdir. Ve dediler: ‘Hakkıyla şimdi bizi ilzâm etdiniz.’”42
MARDİN’de: 1894
“Nusaybin üzerinden Mardin’e gelir. Mardin’de Cemâleddîn-i Efgānî’ ve Tarîkat-i Senûsî’ye mensub iki dervişle karşılaşır..”43
Nâmık Kemâl’in “Rü’yâ” adlı eseriyle tanışır:
“İnkılâbdan onaltı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka irşâd eden bir zâta rast geldim. Siyâsetteki muktesid mesleği bana gösterdi. Hem, tâ o vakitde, meşhûr Kemâl’in (Rü’yâ)sıyle uyandım.”44
“İnkılâb’dan 16 sene evvel” 1892-93’lere geliyor ki, herhâlde, “yaklaşık 16 sene evvel” dir..
“Bedîüzzamân Mardin’de siyâsetle uğraşmakta idi. Ve ilk hayât-ı siyâsiyyesi Mardin’de başlamışdır. Bunun üzerine bir mutasarrıfın pençe-i kahrıyle elleri bağlı, taht-el hıfz Bitlis’e nefyedildi.”45, 46
Buraya kadarki ve gelecek ifâdelere göre Mardin hayâtı bir seneyi bulmuyor gibi..
BİTLİS’de: 1894-95
“Molla Sa‘îd, Bitlis’de iken 16-17 yaşlarında olub, henüz sinn-i büluğa vâsıl olmuşdu. O zamâna kadar bütün ma‘lûmâtı sünûhât kabîlinden olmakla, uzun uzadıya mütâlaaya lüzûm görmezdi. Fakat o zamân sinn-i büluğa vâsıl olduğundan mı veyâhûd siyâsete karıştığından mı, her neden ise eski sünûhât yavaş yavaş gāib olmaya başladı. Bunun üzerine ulemâ arasında mevqiini muhâfaza etmek içün her fenne dâir bir-iki metin hıfz etmekmecbûriyetinde kaldı. Bilhassa dîn-i İslâm’a vârid şükûk ve şübehâtı reddetmek içün Metâli‘ ve Mevâkıf nâm eserler ile ulûm-i âliyye[آليه ] ve ‘âliyye[عاليه]ye dâir kırk kadar mütûnu iki sene zarfında hıfzeyledi. Hattâ hergün okumak şartıyla hıfz etdikleri kitâbları üç ayda bir kerre devrine muvaffak oluyordu.
Bedîüzzamân’ın iki mütezâd hâlleri var idi. Birincisi: Fikrinin münkeşif bulunduğu vakitler ki, her neyi eline alırsa onu anlamamak kendisine mümkin değildi. İkinci: Fikrinin münkabız bulunduğu vakitler ki mütâlaa değil, konuşmakdan bile hoşlanmazdı. Bu inkişâf-ı fikrî genç bulunduğu müddetce fazla idi. Yirmi yaşını tecâvüz edince inkıbâz sâatleri çok olub, inkişâf sâatleri azalmaya başladı. Hattâ nısfı nısfına idi. Bu def‘a esâretinde te’sîrine ma‘rûz kaldıklarından inkıbaz sâatleri inkişâf sâatlerine dahâ fazla galebe çalmışdır.”47
Bir hâtıra:
“Târîh-i hayâtımı bilenlere ma‘lûmdur. Ellibeş sene evvel ben, yirmi yaşlarında iken, Bitlis’te merhum vâli Ömer Paşa hânesinde iki sene onun ısrârıyla ve ilme ziyâde hürmetiyle kaldım. Onun altı adet kızları vardı; üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri, iki sene berâber bir hânede kaldığımız hâlde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki bileyim. Hattâ bir âlim misafirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden fark etti, tanıdı. Herkes ve ben de bu hâle hayret ederdik. Bana sordular: ‘Neden bakmıyorsun?’ Derdim: ‘İlmin izzetini muhâfaza etmek, beni baktırmıyor.’”48
O yıllarda Bitlis Vâlileri:49
Hasan Tahsin Paşa: Ekim 1891-1895
Ömer Sabri Bey: 1895-97
Mecid Bey: 1898.
Bitlis’e Hasan Tahsin Paşa zamânında nefyedilmiş olmalı..
Üstâd, icâzetten sonra da zamânın değerli âlimlerinden dersler almaya devâm eder:
“Molla Sa‘îd, Kürdistân meşâyih-i kirâmından Şeyh Seyyid Nur Muhammed Hazretlerinden Tarîkat-i Nakşibendiyye’yi ve Şeyh Abdurrahmân-ı Tâgî’den meslek ve muhabbeti ve bilvâsıta Şeyh Fehîm Hazretlerinden ilmi ve Şeyh Muhammed-i Küfrâî’den son dersini aldığı içün bunları fevkal‘âde severdi. Ulemâdan Şeyh Emîn Efendi’yle Molla Fethullâh ve Şeyh Fethullâh Efendi’lere de pek çok muhabbetleri vardı.”50
“Bir gün Molla Sa‘îd rü’yâsında (Şeyh Muhammed Küfrâî) Hazretlerini görür. Kendilerine hitâben, ‘Molla Sa‘îd, gel beni ziyâret et, gideceğim!’ demesi üzerine hemen gider, ziyâret eder ve Şeyh’in uçup gittiğini görünce uyanır. Sâate bakar, sâat gecenin yedisidir [Alaturka sâat], tekrar yatar. Sabahleyin Şeyh’in hânesinden mâtem sadâsının yükseldiğini işitir.”51
Necmeddin Şahiner, M. Küfrevî ile ilgili şu bilgileri veriyor:
“Nakşî şeyhi Muhammed Küfrevî, Siirt’in Küfre köyünde l775’te dünyaya geldi. Genç Said henüz talebelik yıllarında, Muhammed Küfrevî’nin ilim ve irfanından feyiz aldı. Bedîüzzaman ilim-îman yolundaki son dersini de Muhammed Küfrevî’den almıştı. Muhammed Küfrevî’nin isim ve şöhreti her tarafa, bu arada İstanbul’a kadar yayılmıştı. 1898 yılında, yüz yirmi üç yaşlarında vefat ettiği zaman, Sultan Abdülhamid Han Bitlis’e İtalyan mimarlar getirterek, onun için bir türbe yaptırmıştı.”52
VAN’da: 1898
“Bitlis’de pek çok ulemâ bulunub Van’da ma‘ruf âlim bulunmadığından Vanlı Hasan Paşa’nın da‘veti üzerine Van’a gitdi.”53
“Van’da ma‘ruf ulemâ bulunmadığından, Hasan Paşa’nın da‘veti üzerine Molla Sa‘îd Van’a gitti.”54
Bâzı kaynaklarda Bedîüzzamân’ın “Vâli” Hasan Paşa tarafından dâvet edildiği yazılsa da, vesîkalara göre; o yıllarda, Hasan Paşa adında bir Van Vâlîsi bulunmamaktadır.. 55, 56
O yıllardaki Van Vâlîleri:57
Vekil Ferik Şemsi Paşa (1897)
Tâhir Paşa (1898-1906)
Âlî Bey (1906)
Ali Rızâ Bey (1907-1908)
Buraya kadar serdedilen belge ve bilgilere göre Bedîüzzamân’ın Van’a gelişi; Vâli Tâhir Paşa zamânında ve 1898 yılındadır.
“Van’da 15 sene tedrîs ve aşâirin irşâdı içün aralarında seyâhatle imrâr-ı hayât etdi. Van’da bulunduğu müddet, vâli ve me’murîn ile ihtilât ederek asr-ı hâzırda yalnız eski tarzdaki İlm-i Kelâm’ın dîn-i İslâm hakkındaki şükûk ve şübehâtının reddine kâfi olmadığına kanâat hâsıl etmiş ve fünûn tahsîline lüzûm görmüşdür. Bunun üzerine târîh, coğrafya, riyâziyât, tabakāt, mevâlîd, felsefe ve sâir birkaç fenni az bir zamânda elde etdi. Ve şu fünûn bir hocadan tederrüs sûretiyle elde edildiği zannolunmasın, mahzâ kendi mütâlaası sâyesinde hakkıyla anlamışdır.
Hattâ bir gün coğrafya muallimlerinden birisiyle fenn-i mezkûrda oldukca vukūfu müstelzim bir mübâhaseye girişirler. Bu mübâhase geç kalınca ikinci güne ta‘lîka karâr verirler. Molla Sa‘îd, 24 sâatde pek mufassal olmayan bir coğrafya kitâbını hıfzeder. Ferdâsı gün Van vâlisi merhûm Tâhir Paşa Hazretleri konağında muallim efendiyi coğrafyada ilzâm eder. Demek isterim ki, müşârün ileyhi 24 sâatde bir sultânî muallimi derecesinde coğrafyayı elde etmişdir.
Ve yine ayni vecihle bir muâraza netîcesinde, beş gün zarfında kimyâ-yi gayr-i uzvîyi elde etdi. Ve kimyâ muallimiyle muârazaya girişir. Ve bu garâbetleri üzerine “Bedîüzzamân” lakabını kazanır ve ondan sonra şu lakabla telkīb olunur. Bedîüzzamân, kendisine mahsûs bir usûl-i tedrîsi îcâd eder. Şöyle ki:
Ulûm-i dîniyye ile fünûn-i asriyyeyi mezcederek, hakāik-ı dîniyyeyi fünûn-i müsbete ile te’yîd ve teşdîd etmek sûretiyle talebesinin tenvîr-i ezhânına sarf-ı himmet eylerdi.”58
Vesîkalara göre Van’a ilk gelişinde kaldığı süre 10 sene kadardır.. “15 sene”, Rus esâretine kadar değişik fâsılalarla kaldığı sürelerin takrîbî toplamı olabilir..
Üstâd ise; -yukarılarda geçtiği gibi- “Bedîüzzamân” unvânının Siird’de iken Molla Fethullah tarafından verildiğini yazmaktadır..
Abdurrahmân’ın te’lif ettiği Târihçe-i Hayât’dan devâm edelim:
“Van’da bulunduğu vakit vâlî-i merhûm Tâhir Paşa, Avrupa kitâblarını tetebbu‘ ederek kendisine suâl tertîb eyler ve sorarlardı. Bunların hiçbirisini görmediği gibi, Türkce’yi de yeni tekellüm etmekde olduğundan güzel telaffuz etmedikleri hâlde, cevâbında tereddüd etmezdi. Bir gün kitâbları görünce Tâhir Paşa’nın bunlardan suâl istihrâc ve tertib etdiğini anlayarak, az bir zamânda onları da elde eder. Öteden beri kendisine ilmî bir ehemmiyyet verilmeyen Kürdistân’da, Mısır’daki Câmi-ül Ezher’e mukābil Kürdistân’da da Medreset-üz Zehrâ isminde bir medrese vücûda getirmesini düşündü ve teşebbüsünü kuvveden fi‘le çıkarmak içün çalışıyordu. Şübhesiz istibdâd her teşebbüs-i şahsîye mâni‘ olduğu gibi, buna da mâni‘ oldu.
Bedîüzzamân Van’da iken yaz zamânları Bâşît ve Ferrâşîn, Beyt-üş Şebâb nâm yaylalarda geçiriyordu. Bir gün Tâhir Paşa’ya mezkûr dağların başında Temmuz’da bile buz bulunduğu söyler. Tâhir Paşa i‘tirâz eder ve Temmuz’da hiç oralarda buz tutmaz iddiâsında bulunur. Bir gün Tâhir Paşa’ya yaylada iken zîrdeki mektûbu yazar ve ilk Türkce yazdıkları mektûb şudur: ‘Ey Paşa! Bâşît başında buz tutdu. Görmediğiniz şey’i inkâr etme. Her şey senin ma‘lûmâtında münhasır değildir. Senin safsatiyâtın her yerde işlemez, vesselâm.’
Molla Sa‘îd, dâimâ iki aşîretin arasının bozulduğunu işidince te’lif-i beyne gider ve irşâd ederek musâlaha etdirirdi. Hattâ hükûmetin bile te’lif-i beynde âciz kaldığı Keravî Aşîret Reîsi Şeker Ağa ile Mîran Reîsi Mustafa Paşa’yı barışdırdı. Ve Mustafa Paşa’ya: ‘Dahâ tövbe etmedin mi?’ suâline ‘Seydâ! Ne söylerseniz sözünüzden çıkmam.’demiş, ikisini barışdırmışdır. Ve Mustafa Paşa’nın teberru‘ etmek istediği at ile paraları reddeder ve ‘Şimdiye kadar kimseden para almadığımı işitmediniz mi? Bâhusûs sizin gibi zalemeden nasıl para alırım? Ve siz gālibâ tövbenizi kırdınız. Şu takdîrde bu Cezîre’ye sâlimen ulaşmazsınız.’ demişdir. Ve hakīkaten Cezîre’ye yetişmeden yolda öldüğünü sonradan haber aldılar.
Bir gün de Van vâlisi merhûm Tâhir Paşa ile bir münâkaşa-i ilmiyyede araları bozulur. Rovelverle Tâhir Paşa’yı vurmak içün davranır. Hâzırûn iki tarafı tutduklarından kalkıb medresesine gelir. Orada kapanır.
Talebeleri o sırada evlerine gitmişlerdi. Yalnız dört-beş talebesi yanında bulunuyordu. Kapıları kapar, tahassun eder. Kapıya gelenler bir hîle ile kapıyı açmaya muvaffak olurlar. Fakat Molla Sa‘îd bunlara iki şart koşar:
‘1- Beni medresemde tutmayınız. Zîrâ medresenin şeref-i haysiyyetini ihlâl eder. Binâen aleyh çarşıya çıkarım, orada beni tutunuz.
2- Beni silâhımla nefyediniz.’
Vâli Paşa şartlarını kabûl ederek Bitlis’e nefyeder. Bitlis Vâlisi ahvâle vâkıf olduğundan, korkusundan oradan da nefyeder. Bu def‘a kendileri Hîzân’a, oradan Bulanık cihetine gider. O cihetin otuz köyün ulemâsını musâhabe-i ilmiyyeye da‘vet eder. Günde bir köyde, otuz gün böyle münâzara eder. Bunların bütün cevâblarını verdikden sonra Ercîş kasabasına gider. Oradan Îran’a geçib Tâhir Paşa’nın aleyhinde bir cem‘iyet teşkîline karâr verir. Tâhir Paşa işidince da‘vet eder ve tatyib-i hâtır ederek barıştılar. Van’da kaldı.
Bedîüzzamân Molla Sa‘îd, riyâziyâtda hârikul‘âde bir sür‘at-i intikāle mâlikdi. Herhangi bir müşkil mes’ele olsa, zihnen hallederdi. Hattâ cebir mukābele ilminde kendi zihninde Kürdce bir risâle yapmışdır.
Tâhir Paşa nezdinde hesâb mes’elesi münâkaşaya mevzû‘ olmuş. Hesâba dâir hangi mes’ele mevzû‘-i bahs olmuşsa, dahâ başkaları ve en mâhir kâtib rakamla yapamadan Molla Saîd zihnen çıkarıyordu. Pek çok defa‘lar böyle yarışlara girişdi. Dâimâ da ileri çıkmışdır. Bu def‘a şöyle bir suâl sordular: Onbeş müslim, onbeş gayr-i müslim farzedilerek bir bir ardısıraya dizilince bunlara yapılacak her kur‘ada gayr-i müslime isâbet etmesi matlûbdur. Nasıl taksîm edilir?
Bu suâline cevâben: ‘Bunların 124 vaz‘iyyet-i muhtemelesi vardır’ diye yapar. Hem de der: ‘Bundan daha müşkîli de kendim îcâd ederim. 2500 vaz‘iyyet-i muhtemeleye göre de yaparım.’ İki sâat zarfında ma‘rûz elli aded İslâmla elli aded gayr-i müslimi o vaz‘iyyetde taksîm eder ki dâimâ kur’ayı gayr-i müslime düşürür. Ve hattâ 500 gayr-i müslim olmak 250 bin vaz‘iyyet-i muhtemele üzerine bir mes’ele çıkartdı ve Tâhir Paşa’ya göstererek bir risâle şeklinde yazdı. (Maatteessüf Van’da yanmıştır.)
Bil’âhire bütün küre-i arz buğday dâneleri farzedilirse ne kadar eder? Bunu da halletdi.
Ve sonra Âdem Aleyhisselâm’dan şimdiye kadar kaç (sâniyenin onda biri olan) âşire geçmişdir. Bunu da zihnen ikibuçuk sâatde çıkartdı. Ve dahâ sonra bütün küre-i arza yağan yağmurların katreleri matlûbdur. Buna cevâben Molla Sa‘îd; ‘O değil fakat bütün küre-i arza bir sâniyede bir tabaka düşerse ve beher dört parmak yerde dört katre düşerse onu bu tarzdan on sene mütemâdiyen yağarsa kalemsiz hesâb edebilirim.’ söyleyerek üç sâatde çıkartdı.
Fakat bu ince hesâbla kuvve-i müfekkiresine sû’-i te’sir yaparak, öyle bir dimağ hastalığına dûçâr oldu ki, üç sene kadar kimse ile zarûret olmadan konuşamaz. Hattâ talebeleriyle de güç konuşurdu. Üç sene sonra tamâmıyle şifâyâb oldu.”59
Bu, ihtimâl hesabları ile ilgili olduğu anlaşılan risâle, Abdurrahmân’ın az yukarda zikrettiği, “cebir mukābele ilminde kendi zihninde Kürdce bir risâle yapmışdır” dediği risâle olabilir mi… ?
Bu hesaplamalarda tereddüd verici durumlar var. Uzmanlarca gözden geçirilip îzâhı ve tashîhi yapılıp dipnotla belirtilmesi gerekir!..
“âşire”; “sâniyenin ondabiri” değil, “tâsianın altmıştabiri”dir meselâ!…
Mâlûm olduğu üzere Zaman ölçü birimi olarak kullanılan sâatin altmışta birine dakīka diyoruz.. Dakīkanın altmışta biri sâniye, sâniyenin altmışta biri sâlise, sâlisenin altmışta bir râbia, … , tâsianın altmışta biri âşire oluyor.
Rafet Kalyoncu Beyin konu ile ilgili görüşleri şöyle:
“… (sâniyenin ondabiri olan) âşire …” tashîhe ve tavzîhe muhtaç bir ifâde..
Sâniyenin ondabiri âşire değil sâlise olur.. Âşire ise, tâsianın altmışta biri olup sâniyenin öyle küçük bir parçasıdır ki; ölçülmesi de, sayılara dökülmesi de, idrâki de ileri seviyedeki fizik/matematik uzmanlarının sahasına girer..
Buna benzer hayli sehivler var.. Büyük ekseriyet, ezberlerinin sağlamlığından, farkında değiller.. Farkında olanları da, statüko hazretleri kāle almıyor zâten..
Kelime anlamı itibariyle; dakikadan itibaren dokuzuncu sırada olan tasia’nın 1/60’ı demek;
1 dakika:60:60:60:60:60:60:60:60=1 aşire olur demektir.
Tersinden işlem yaparsak; 1 dakika= 60x60x60x60x60x60x60x60 olur.
Yani, 1dk=167.961.600.000.000 aşiredir.
Soru: Bu hesaba göre, âdem Aleyhisselâm’dan bu güne kadar âşireden ne kadar zaman geçtiğini iki buçuk saatte hesaplamak nasıl olabilir?
(Adem a.s. ne zaman yaşadığı bilinse bile ki, Allah’tan başka kimsenin bilmesi mümkün değil..) (rkalyoncu@gmail.com, 27.11.2017 târihli e-mail)
Abdurrrahmân Nursî’nin te’lif ettiği Târihçe’de Rafet Kalyoncu gibi müdakkik okuyucuların haklı tenkidlerine sebep olan sâniyenin as-katları ile ilgili yere Otuzbirinci Söz’de İkinci Esâs’ın sonlarındaki şu kısım, bir derece düzeltme sayılabilir diye düşünüyorum:
“İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyâdan, elektrikten, ruhtan, hayâlden tezâhür eden sür’at-i harekâtta bir mikyâs olmak içün şöyle bir sâat farz ediyoruz ki; o sâatte on iğne var. Birisi sâatleri gösterir. Biri de, ondan altmış def’a daha geniş bir dâirede dakīkayı sayar. Birisi altmış def’a daha geniş bir dâire içinde sâniyeleri, diğeri yine altmış def’a daha geniş bir dâirede sâliseleri, ve hâkezâ râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gāyet muntazam, azîm bir dâirede birer ibre farz ediyoruz. Farazâ, sâati sayan ibrenin dâiresi küçük sâatimiz kadar olsa, herhâlde âşireleri sayan ibrenin dâiresi arzın medâr-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir.
Şimdi iki şahıs farz ediyoruz. Biri, sâati sayan ibreye binmiş gibi, o ibrenin harekâtına göre temâşâ ediyor. Diğeri, âşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zamân-ı vâhidde müşâhede ettikleri eşyâ, sâatimizle arzın medâr-ı senevîsi nisbeti gibi, meşhudâtça pekçok farkları vardır. İşte, zamân, çünki, harekâtın bir rengi, bir levni, yâhud bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta cârî olan bir hüküm, zamânda dahi cârîdir.
İşte, bir sâatte meşhûdâtımız, bir sâatin sâati sayan ibresine binen zîşuur şahsın meşhûdâtı kadar olduğu ve hakīkat-i ömrü de o kadar olduğu hâlde; âşire ibresine binen şahıs gibi, aynı zamanda, o muayyen sâatte Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, burâk-ı tevfîk-ı İlâhîye biner, berk gibi, bütün dâire-i mümkinâtı kat’ edip, acâib-i mülk ve melekûtu görüp, dâire-i vücûb noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü’yet-i cemâl-i İlâhî’ye mazhar olarak, fermânı alıp vazîfesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.”
MÜHİM BİR İNKILÂB-I FİKRÎ
Kendisi anlatıyor:
“Cây-ı dikkat ve ehemmiyetli bir tevâfuktur ki, Risâletü’n-Nur Müellifi 1316 sıralarında mühim bir inkılâb-ı fikrî geçirdi. Şöyle ki:
O târihe kadar ulûm-i mütenevviayı, yalnız ilimle tenevvür için merak ederdi, okurdu, okuturdu. Fakat birden o târihte merhum vâli Tâhir Paşa vâsıtasıyle Avrupa’nın Kur’ân’a karşı müdhiş bir sûikasdları var olduğunu bildi. Hattâ bir gazetede İngiliz’in bir Müstemlekât Nâzırı demiş:
‘Bu Kur’ân, İslâm elinde varken biz onlara hakīkī hâkim olamayız. Bunun sukūtuna çalışmalıyız’ dediğini işitti, gayrete geldi. Birden, makām-ı cifrîsi 1316 olan ( فَاَعْرِدْعَنْهُمْ )[Onlardan yüz çevir. Enâm Sûresi, 6:68.] fermânını mânen dinleyerek bir inkılâb-ı fikrî ile merâkını değiştirdi. Bütün bildiği ulûm-i mütenevviayı Kur’ân’ın fehmine ve hakīkatlerinin isbâtına basamaklar yaparak hedefini ve gāye-i ilmiyesini ve netîce-i hayâtını yalnız Kur’ân bildi. Ve Kur’ân’ın i’câz-ı ma’nevîsi ona rehber ve mürşid ve üstâd oldu.”60
Kaynaklar, Müstemlekāt Nâzırı olarak zikredilen kişinin İngiliz Başbakanı W. E. Gladstone olduğunu gösteriyor.61 W. E. Gladstone o meş’ûm sözlerini 1882 yılında Avâm Kamarası’nda yaptığı bir konuşmada söyler. Bedîüzzamân’ın Van’a geldiği yıllarda haberdâr olması, bu azılı İslâm ve Osmanlı düşmanının ölümü (1898) dolayısıyle gazetelerde gündeme getirilmiş olmasından olabilir..
İSTANBUL’da: 1907 sonları
Bedîüzzamân’ın İstanbul’a ilk gelişi ile ilgili ilk resmî vesîka, dostu (sâbık Van vâlisi) Tâhir Paşa’nın Bitlis vâlîsi iken yazdığı 16 Kasım 1907 târihli arîzadır:
“Ma’rûz-i çâkerânemdir
Kürdistân ulemâsı beyninde hârika-i zekâ ile müştehir, Monla Sa‘îd Efendi muhtâc-ı tedâvî olduğundan, şefkat ve merhamet-i Hazret-i Hılâfetpenâhî’ye ilticâ ederek bu kerre ol cânib-i ‘âlîye azîmet eylemişdir. Mumâileyh, bu havâlîde ilmce umûmun merci’-i hall-i müşkilâtı olduğu hâlde, yine kendisini talebeden sayarak kıyâfetini değiştirmeye şimdiye kadar muvâfakat etmemiştir. Kendisi, Velîni’met-i a’zam efendimiz hazretlerine hakīkaten sâdık ve hâlis bir duâcı olmakla berâber, fıtraten edîb ve kanâatkâr ve fikr-i çâkerânemce şimdiye kadar Dersaâdet’e gitmek bahtiyârlığına nâil olan Kürd ulemâsı içinde, gerek ahlâk-ı hasene, gerek Zât-ı Hazret-i Hılâfetpenâhî’ye sadâkat ve ubûdiyyetçe en ziyâde şâyân-ı âtıfet bir zât-ı diyânet-şiâr olmasına nazaran, mumâileyhin emr-i tedâvî husûsunda mazhar-ı teshîlât ve nâil-i iltifât-ı mahsûsa olması, umûm Kürdistân talebesi hakkında ilel-ebed unutulmaz bir inâyet-i âli’l-âl-i Hazret-i Pâdişâhî telakkī olunacağının arzına cür’et kılındı. Bu bâbda ve her hâlde emr ü fermân, hazret-i men lehül emrindir.
3 Teşrînisânî 323
Bitlis Vâlîsi
Tâhir”62
Değerli araştırmacı Selim Sönmez bu tezkirenin mâhiyetini “Bediüzzaman Said Nursi’nin İlk İstanbul Hayâtına Dâir Bâzı Belgeler” başlıklı makālesinde şöyle özetliyor:
“Bediüzzaman’ın İstanbul’a gelişine dair ilk vesika Van Valisi Tahir Paşa’nın Bitlis’e tayin olmasından sonra, Bitlis Valisi olarak yazdığı tezkiredir. Tahir Paşa, II. Abdülhamid’e yazdığı 16 Kasım 1907 tarihli tezkirede, Bediüzzaman’ın zekâ ve ilminden, padişaha bağlılığından bahsettikten sonra hastalığı için İstanbul’a geldiğinden söz ederek, yardımcı olunmasını istemektedir. Bu tezkire bize Bediüzzaman’ın İstanbul’a gelişi hakkında bilgi verdiği gibi, Doğu Anadolu’da Bediüzzaman’a nasıl bakıldığını göstermesi bakımından da önemlidir.”63
Tâhir Paşa’nın arîzayı arzettiği muhâtabı hakkında farklı görüşler de var:
Orhan Dindar:
“Tahir Paşa’nın yazdığı “ma’ruz-u çâkerânemdir” diye başlayan arîzası, bilhassa Nur talebeleri ya da Nur’a dost olanlar tarafından (Badıllı, Akgündüz, Şahiner vd.) yapılan çalışma ve eserlerde, Sultan Abdülhamid’e hitâben yazılmış olarak takdim edilmektedir. Ancak herhangi bir makam zikredilmeksizin “ma’ruz-u çâkerânemdir” diye başlayan bir resmî yazının bir vâli tarafından doğrudan Padişah’a hitâben kaleme alınmış olması oldukça meşkukdur. Zîra Osmanlı’da resmi yazışmalarda kullanılan lâkablar oldukça sıkı kurallara bağlanmış olup, “elkâb-ı resmiye” adı altında müstakil bir başlık altında tanzim edilmiştir. Kimin hangi makama hangi unvanla hitab edeceği çok detaylı ve tafsilatlı bir şekilde tâyin edilmiştir.[1] Bir vâlinin doğrudan padişaha hitâben böyle bir yazı yazması pek mâkûl gözükmemektedir. Bunun farkında olan bazı yazarlar da -Cilasun gibi[2]- hâliyle tenkid etmektedirler. 1894-1908 yılları arasında Sultan II. Abdülhamid’in Mâbeyn Başkâtipliği vazifesini deruhte etmiş olan ve Sultan’ın en yakın ve en sâdık bendegânından olan Tahsin Paşa, hâtıralarında, mevzûmuza ışık tutan şu mâlûmatı vermektedir: “Sadrazam ve nâzırlardan tutunuz, dâirelerin mümeyyiz ve kâtiblerine, mahalle muhtar ve imamlarına kadar herkesin Yıldız’da gelip ziyaret ettiği bir oda, tutunduğu bir el, istinad ettiği bir hâmi vardı. (…) Bu tarz-ı siyâset kendiliğinden son derece kuvvetli bir istihbarat şebekesi vücuda getirmişti. (…) Vilâyetlerde vâliler ve birçok memurlar bu şebekeye dâhildiler.” Yine Tahsin Paşa’nın aynı yerde verdiği bilgilere göre; devlet memurları, resmi yazışmalar dışında arz etmedikleri hususları Saray’daki hâmisi vasıtasıyla Hünkâr’a bildirmektedirler.[3] Bu bilgiler dikkate alındığında mezkûr yazının Tahir Paşa tarafından Mâbeyn’deki irtibatlı olduğu bir paşaya hitâben, Said Nursî’ye yardımcı olunması maksadıyla kaleme alınmış, günümüz tâbiriyle “hâmil-i kard yakınımdır” kabîlinden bir tavsiye mektubu olması daha akla yakın gözükmektedir. Bu tavsiye mektubunun Sultan II. Abdülhamid’e intikal ettirilip ettirilmediği hakkında ise şimdilik bir bilgi ya da belge sâhibi değiliz. Ancak şu kadar var ki, Bediüzzaman’ın bizzat kendisinin, “…rakiplerimin ifsâdâtıyla merhum Sultan Hamid’in emriyle tımarhaneye kadar sürüklendim.” [4] demesi ve nezârethânede Zaptiye Nâzırı Şefik Paşa tarafından kendisine Padişah’ın selâmıyla birlikte “ihsân-ı Şâhâne” verilmek istenmesinden, gelişmelerin Sultan Hamid’in bilgisi dâhilinde cereyân ettiği anlaşılmaktadır.
[1]:
*Mübahat S. Kütükoğlu, “Elkàb”, İslâm Ansiklopedisi, TDV, c.11, s.51-56.
*Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, “Elkab-ı Resmiye”, MEB yayınları, 1993, c. 1, s. 521-522.
[2]: Cilasun Emrah, Bediüzzaman Efsanesi ve Said Nursî Gerçeği, Patika Kitap, 2015, s. 142, Dipnot, 448.
[3]: Tahsin Paşa, Sultan Abdülhamid-Tahsin Paşa’nın Yıldız Hatıraları, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1999, s.38, 39.
[4]: Said Nursî, Şuâlar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2006, s. 303, 426.”
(O. Dindar, 6.8.2017)
***
Doç. Dr. Abdulhamit Kırmızı:
Suâlimiz:
”Değerli Hocam,
Bitlis Vâlisi Tâhir Paşa’nın 16 Kasım 1907 târihli Ma’rûz-i çâkerânemdir
şeklinde başlayan arîzasının muhâtabı Pâdişah olabilir mi?.. Kime yazılmıştır sizce?
8.9.2017
Bilâl Tunç”
Aldığımız cevap:
”Selam Bilal Bey,
Bu klasik arzıhal formatıdır, padişaha da sadrazama da nazıra da yazılabilir, içindeki titülatürden kime olduğu anlaşılır. Vali bunu Mabeyn’e yazıyor, iki defa hz. hilafetpenahi, bir defa hz. padişahi, bir defa velinimet-i azam efendimiz geçiyor. Yani saraya yazılmıştır, ancak arz Mabeyn’e gönderilir, padişaha arz edilip edilmeyeceğine Mabeyn başkatibi karar verir. Sultan görmüş olabilir de olmayabilir de. Bu bugün de böyledir, özel kalem müdürü makam sahibini yormamak için gelen arzıhali ona göstermeden gereğini ilgili dairelere havale edebilir.
Belgenin arkasında not varsa, oradan ne işlem yapıldığı, kimin gördüğü anlaşılabilir. Belgenin arka sayfasının kopyası varsa onu da görmek isterim. Ayrıca bu belgenin devamı olan belgeler, yani hazretin tedavisiyle ilgili başka belgelerde padişahın iradesi var mı yok mu belli olur.
Selamlar,
Ahamit 9.9.2017”
Selim Sönmez’in makālesindeki (Ek-II) işâretli belgeden, Üstâd’ın, Tâhir Paşa’nın tavsiye mektubundan başka bir de Van Vâliliği’nden aldığı 18 Kasım 1907 târihli mürûr tezkiresi ile İstanbul’a geldiği anlaşılıyor:
“Mektûbî Kalemine Mahsus
Van Vilâyet-i Aliyyesi’ne
Van’dan aldığı 5 Teşrînisânî 1323 [18 Teşrînisânî 1907] tarihli ve üç cild ve 12 sıra numaralı mürûr tezkiresiyle berây-ı tedâvî Dersaâdet’e gelmiş olan Molla Sa‘îd Efendi Van’da ne vakitten beri bulunur ve ne ile iştigāl ediyor. Ve buraca şuûrunda eser-i hiffet görüldüğünden orada hastalığı nasıl bilinür idi. {Ettiğinin ve mezkûr tezkirenin fazîletli elkabı konmuş olduğu cihetle rütbe-i ilmiyesi olup olmadığının ve yine zikr olunan tezkirede berây-ı tedâvi Dersaâdet’e azimet ettiği muharrer olduğundan ve kendisinin şuûrunda hiffet eseri görüldüğünden hastalığı neden ibâret idiğünün} serîan ve muvazzahen inbâsı bâbında.”64
Yukarıdaki Van vâliliğine gönderilen yazı târîhinin 18 Kasım 1907 olarak verilmesi yanlış görünüyor. Yazı metninden anlaşıldığına göre 18 Kasım 1907, Van’dan aldığı mürûr tezkiresinin târîhi olabilir.. Müfid Yüksel’e atfedilen okumada belge, 17 Mayıs 1324 (30 Mayıs 1908) olarak târihlendirilmiş.65
Molla Sa‘îd’in İstanbul’a geliş sebeplerini yeğeni Abdurrahman şöyle yazmış:
“(…) yukarıda bahsedildiği gibi, Kürdistân’da bir dâr-ül fünûn makāmında kāim olmak üzere Medreset-üz Zehrâ’yı vücûda getirmek veyâhûd Van, Bitlis, Diyârbekir’de dâr-ül-fünûn derecesinde bir medresenin küşâdı teşebbüsüyle İstanbul’a geldi. İstanbul’a gelmesinin bir de Tâhir Paşa’dan işitdiği şu, ‘Sen Kürdistân ulemâsını ilzâm ediyorsun. Fakat İstanbul’a gidib o denizdeki büyük balıklara meydan okuyamazsın.’ diye ta‘rif etdi. Ma‘rûzât-ı sâbıkadan dahî anlaşıldığı vecihle müşârün-ileyh böyle ta‘rîflere tahammül edemezdi. Bundan dolayı idi, İstanbul’a gelir gelmez ulemâyı münâzaraya da‘vete i‘lân etdi. Bir de Kürdistân’daki zekâ-i iklimîy[i] göstererek oradaki ta‘mîm-i maârif husûsunda nazar-ı dikkati celbetdirmek idi. Yoksa Molla Sa‘îd kat‘iyyen hodfürûşluğu sevmez.”66
Abdurrahmân, Üstâd’ın İstanbul’a gelir gelmez ulemâyı münâzaraya da‘vet ettiğini yazıyor ise de Abdülmecid Nursî’nin hâtıra notlarında, “Mütecâhilen iki ay kadar Ferik Ahmed Paşa’nın evinde kalmıştır.. Ondan sonra Şekerci Hanı’nda kendine bir oda buldu…” kaydı bulunuyor.67
Abdülkadir Badıllı dipnotta; Üstâd’ın, evinde bir süre misâfir kaldığı Ferik Ahmed Paşa’nın Dâmâd-ı Şehriyârî İsmâil Paşazâde Müşir Ahmed Paşa olabileceğini yazarken68, Ahmed Akgündüz; Ferik Ahmed Muhtar Paşa olarak vermektedir.69
Değerli araştırmacı Orhan Dindar’ın ilettiği bilgiler A. Badıllı’yı te’yîd ediyor:
-“Kurt İsmail Paşanın oğlu Ahmet Zülkifil paşa devrinin en yakışıklı adamlarından biri olup Sultan Abdulazizin kızı Saliha Sultan ile evliydi.” Selâhattin Tozlu, Yrd. Dç. Dr.; Karapapaklar Hakkında bâzı Notlar, Karadeniz Araştırmaları, Sayı 9 (Bahar 2006), s.94.
http://www.karam.org.tr/Makaleler/2115650557_tozlu.pdf (Erişim Târîhi: 17.12.2018).
-Malmîsanij, “Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti ve Gazetesi” “Damat Ahmet Zülkif Paşa” olarak yazmış. (a.g.e, s.25) Aynı yerde “…Osmanlı Hanedanlığının damadı merhum İsmail Paşa’nın oğlu Müşir Ahmet Paşa Hazretlerini de ikinci başkanlığa seçmiştir.” şeklinde Cemiyetin tüzüğünden sadeleştirerek yaptığı bir iktibas mevcud. Anladığım kadarıyla Ahmet Zülkif Paşa’nın künyesi, babası İsmail Paşaya nisbetle verildiği zaman bu muğlaklık ortaya çıkıyor.
-Orhan Koloğlu da, “Curnalcilikten Teşkilatı Mahsusa’ya” isimli eserinde iki defa, “Ahmet Zülkefil Paşa, Damadı Şehriyari” olarak kaydetmiş. (a.g.e, s. 44)
-Saliha sultan ile Paşa’nın ikametgâhlarıyla ilgili bilgilerde de konuya şu şekilde temas edilmektedir:
“…saray önce Abdülaziz’in kızı Saliha Sultan’a (1862-1941) sonra Abdülmecit’in kız kardeşi Adile Sultan’a tahsis edilmiştir,ki bazı kaynaklarda önce Adile Sultan’a, Sonra Saliha Sultan’a geçtiği belirtilmektedir. ‘Adile Sultan Sarayı’ adıyla da anılan saray, Adile Sultan’ın 1899’da ölümünden sonra Abdülaziz’in damadı Ahmet Zülküf Paşa’ya geçmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra ise III. Kolordu Komutanlığı karargahı olarak kullanılmıştır.”
İstanbul’daki Târihî Yapıların Dünü ve Bugünü:
http://www.degisti.com/index.php/archives/17887 (Erişim Târîhi: 17.12.2018).
Hülâsa bu hususta tereddüde bir mahal kalmıyor. (12.8.2017, Orhan Dindar).”
Ziyâ Gökalp’e göre “Kurt” lakabını halk vermiştir: “Memleketimizde, halk sevdiği kimselere birer lâkap takar. ismail Paşa’ya da ‘Kurt’ lâkabını veren halktır. Diyarbekir’e gelip geçmiş valilerin ekserisini halk tanımaz. Yalnız çok sevdiği muhterem bir sima vardır ki onu pekiyi tanır ve aradan birçok batınlar geçtiği halde bir türlü unutamamışlardır. Bu şanlı sima Kurt ismail Paşa’dır”
https://www.uludagsozluk.com/k/kurt-ismail-hakk%C4%B1-pa%C5%9Fa/ (Erişim Târîhi: 17.12.2018).
22. Lem’a Üçüncü İşâret’den ulemâ ve talebe ile vâki‘ münâzaraların 1908 Ocak/Şubat aylarında olduğu çıkartılabilir:
“Hürriyetten altı ay evvel İstanbul’da hem ulemâyı ve hem de mekteplileri münâzaraya da‘vet edip kendisi hiç suâl sormadan suâllerine noksansız olarak doğru cevap veren (…)”70
Eski Temyiz Reislerinden Ali Himmet Berkî, anlatıyor:
“Ben o yıllarda Medresetü’l-Kuzat’ta talebe idim. Talebe arkadaşlar arasında ileri bir derecemiz vardı. Bütün İstanbul’a Bediüzzaman’ın ismi ve şöhreti yayılmıştı. Bütün ilim muhitlerinde herkes ondan bahsediyordu.
Fatih’te bir handa misafireten kalıyormuş, herkesin her çeşit sualine cevap veriyormuş, diye hakkında çok rivayetler duyuyorduk. Talebe arkadaşlarla gidelim diye karar verdik. Bir grup arkadaşla bu meşhur zatı ziyarete gittik.
O gün Fatih’te bir çayhanede olduğunu, sorulan suallere cevap verdiğini işittik. Hemen oraya gittik. Çok kalabalık bir meclisi ve sırtında garip bir elbisesi vardı. Bir hoca kisvesi yoktu. Şarkın mahallî kıyafetiyle oturuyordu.
Biz yanına vardığımızda Bediüzzaman kendisine sorulan suallere cevap veriyordu. Etrafındaki ilim sahipleri, derin bir sessizlik ve hayranlık içinde dinliyorlardı kendisini. Herkes verdiği cevaptan memnun ve tatmin oluyordu.
Felsefecilerden, sofistlerin iddia ve fikirlerine cevap veriyordu. Aklî, mantikî delillerle onların görüşlerini çürütmüştü.
Benim ilk defa görmem ve görüşmem o zaman olmuştur. Benim Bediüzzaman hakkında görüşlerim ise şudur:
Her lügati bilirdi. Arapça lügatten herhangi bir kelime sorsanız, hemen cevabını ve mânasını verirdi. Sonra kelâmda üzerine kimse yoktu. Bu iki ilimde, bilgisine son yoktu. Arap edebiyatı, Fars edebiyatı, Doğu ve Batı edebiyatına vakıftı. Yine hakkında yaygın fikir, bir din adamı olarak kimseden hediye, para vesaire almıyordu. İsteseydi çok şeylere sahip olabilirdi. Dünyada dikili bir ağacı yoktu.
İslâmcı bir zattı. Ona atılmak istenen taşlar hep iftira taşıdır. Şöyle-böyle derler, kat’iyyen doğru değildir. Eserleri meydandadır, onun ilmine, irfanına başka bir delil aramaya ihtiyaç yoktur. Çünkü eserleri Nur Külliyatı meydanda ve ellerdedir. Kat’iyyen Kürtçü falan değil, hep yalan ve iftira atıyorlar. Yıllardır adlî ve resmî mercilerden geçen Nur Risaleleri çok incelendi. Herşeyi ile meydana kondu. İlmine itiraz edemiyorlar, ancak iftira ile çürütmek istiyorlar.”71
MÂBEYN’E DİLEKÇE
Bedîüzzamân İstanbul’a asıl geliş maksadı olan Şarkî Anadolu’nun Maârif mes’eleleri ile ilgili taleplerini bir Dilekçe ile Mâbeyn’e iletir.. Sonrasında ise birçok musîbetlere dûçar edilir.. Tımarhâneye, tevkifhâneye atılır.. Memleketine dönmesi karşılığında ihsân-ı şâhâne, maâş, harcırah adı altında rüşvetler teklif edilir, tehdidler yapılır..
Dilekçe, Meşrûtiyetin îlânından dört ay kadar sonra “Şark ve Kürdistan”ın ilk sayısında “Kürdler Yine Muhtâcdır” başlığı ile “Molla Saîd-i Meşhûr” imzâsıyle makāle olarak yayınlanır:
“Kürdler Yine Muhtâcdır
Kürdler’i şimdiye kadar mahveden iki beliyye-i azîme vardır ki; biri ihtilâf-ı dâhilî, diğeri ma‘rifet-i maârifin hakkıyle ta‘mim edememesi.. Bu iki musîbeti mahv içün vakt-i İstibdâd’da “Bedîüzzamân Molla Saîd Efendi Hazretlerinin” Mâbeyne verip de netîcesinde birçok mesâibe hedef edildiği lâyiha sûretini aynen derc-i arz ile iftihâr ediyoruz:
Millet-i Osmâniyye meyânında mühim bir unsur teşkil eden Kürdistan ahâlisinin ahvâli hükûmetce ma‘lum ise de, hizmet-i mukaddese-i ilmiyyeye dâir ba‘zı metâlibâtı arzetmeye müsâade dilerim.
Şu cihân-ı medeniyyetde ve şu asr-ı terakkī ve müsâbakatda, sâir ihvân gibi yek-âheng-i terakkī olmak içün himmet-i hükûmetle Kürdistân’ın kasaba ve kurâsında mekâtib te’sis ve inşâ buyurulmuş olduğu ayn-ı şükranla meşhûd ise de, bundan yalnız lisân-ı Türkî’ye âşinâ etfâl istifâde ediyor. Lisâna âşinâ olmayan evlâd-ı Ekrâd yalnız medâris-i ilmiyyeyi ma‘den-i kemalât bilmeleri ve mekâtib muallimlerinin lisân-ı mahallîye adem-i vukufları cihetiyle maârifden mahrum kalmakdadır. Bu ise; vahşeti, keşmâkeşi, dolayısıyla Garbın şemâtetini da‘vet ediyor. Hem de ahâlinin vahşet ve taklîd hâl-i ibtidâîsinde kalmaları cihetleriyle evhâm ve meşkûkun te’sirâtına hedef oluyor.
Eskidenberi herbir vechile Ekrâd’ın mâdûnunda bulunanlar, bugün onların hâl-i tevakkufda kalmalarından istifâde ediliyor. Bu ise ehl-i hamiyyeti düşündürür. Ve bu üç nokta, Kürdler içün müstakbelde bir darbe-i müdhişe hazırlıyor gibi ehl-i basîreti dağdâr etmişdir.
Bunun çâresi: Numûne-i imtisâl ve sebeb-i teşvîq ve tergîb olmak içün, Kürdistân’ın nukāt-ı muhtelifesinden, biri Artuş aşâiri merkezi olan Beytüşşebâb cihetinde; diğeri Mutkan, Belkan, Sason vasatında; biri de Kâkân ve Hayderân vasatında olan Nefs-i Van’da, medrese nâm-ı me’lûfuyle ulûm-i dîniyye ve fünûn-i lâzıme ile berâber, hiç olmazsa ellişer talebe bulunmak ve oraca medâr-ı maîşetleri Hükûmet-i seniyyece tesvid edilmek üzere üç dârü’t-ta‘lim te’sis edilmelidir. Ba‘zı medârisin dahî ihyâsı maddî ve ma‘nevî Kürdistân’ın hayât-ı istikbâliyyesini te’min eden esbâb-ı mühimmesindendir. Bununla maârifin temeli teessüs eder. Ve bu mebde-i teessüsden ittihad takarrur edecek, ihtilâf-ı dahilîden dolayı mahv olan kuvve-i cesîmeyi hükûmetin eline vermekle hârice sarfetdirmek içün hakkıyle müstahakk-ı adâlet ve kābil-i medeniyyet oldukları gibi, cevher-i fıtrîlerini göstereceklerdir.
Molla Sa‘îd-i Meşhûr” 72
TIMARHÂNE ve TEVKİFHÂNE
“İki Mekteb-i Musîbetin Şehâdetnâmesi yâhûd Dîvân-ı Harb-i Örfî ve Saîd-i Kürdî”nin “Mukaddeme”sine şöyle başlar:
“Vaktâ ki; hürriyet dîvânelikle yâd olunurdu, İstibdâd tımarhâneyi mekteb eyledi.”73
Selim Sönmez’in, Köprü Dergisi, Bahar 2004, sayı 86’daki, “Bediüzzaman Said Nursi’nin İlk İstanbul Hayatına Dair Bazı Belgeler” başlıklı makālesindeki Ek-VI işâretli belgedeki 10 Eylül 1325/23 Eylül 1909 târîhi, eser üzerindeki tab‘ târîhi 1327’nin hicrî olduğunun da belgesi..
Yıllar sonra Onüçüncü Şuâ‘da bu tımarhâne hâdisesini benzer bir vesîle ile şöyle dile getirecektir:
“Kırk sene evvel ehl-i siyâset, bana bir cinnet-i muvakkate isnâdıyla tımarhâneye sevkettiler. Ben onlara dedim: Sizin akıllılık dediğinizin çoğunu ben akılsızlık biliyorum, o çeşit akıldan isti‘fâ ediyorum,
( وَ كُلُّ النَّاسِ مَجْنُونٌ وَ لٰكِنْ عَلٰى قَدَرِ الْهَوٰى اِخْتَلَفَ الْجُنُون) [Herkes delidir. Fakat hevânın derecesi nisbetinde delilik derecesi farklılık gösterir.] kāidesini sizlerde görüyorum demiştim. Şimdi dahî beni ve kardeşlerimi şiddetli bir mes’ûliyetten kurtarmak fikriyle bana mahrem risâle cihetiyle ara sıra bir cezbe, bir cinnet-i muvakkate isnâd edenlere aynı sözleri tekrarla berâber, iki cihetle memnûnum:
Birisi: Hadîs-i sahîhte vardır ki, “Bir adam kemâl-i îmânı kazandığına, avâm-ı nâsın akıllarının tavrı hâricindeki yüksek hâllerini mecnunluk, divânelik saymaları, onun kemâl-i îmânına ve tam i‘tikādına delâlet eder”74 diye ferman ediyor.
İkinci cihet: Ben, bu hapisteki kardeşlerimin selâmetleri ve necatları ve zulmetten kurtulmaları için, değil yalnız bir divânelik isnâdını, belki kemâl-i fahir ve ferahla tamam aklımı ve hayâtımı fedâ etmesini kabûl ediyorum. (…)”75
Bu mahrem risâle Beşinci Şuâ‘dır: “Ve gāyet mahrem tutulan ve şiddetli taharrilerde bizde bulunmayan ve aslı yirmi sene evvel yazılan Beşinci Şuâ (…)” (Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; Şuâlar, Yeni Asya Neşriyat, 2001, s.263-264).
Devr-i İstibdâd’daki tımarhâneye sevk hâdisesi, S. Sönmez’in mezkûr makālesindeki (Ek-II) işâretli yazının târîhine (30 Mayıs 1908) yakın günlerde olmalı..
Dîvân-ı Harb-i Örfî’nin ikinci baskısının başına eklediği “İfâde-i Nâşir”de Ahmed Râmiz; Bedîüzzamân’ın İstanbul’a ilk gelişini, geliş maksadını ve o günlerdeki hayât seyrini hülâsa eder:
“323 senesi zarfında idi ki; Kürdistân’ın yalçın, sarp ve âhenîn mâverâ-yi şevâhik-ı cibâlinde tulû’ etmiş “Saîd-i Kürdî” isminde nevâdir-i hilkatten ma’dûd bir ateşpâre-i zekânın İstanbul âfâkında rü’yet edildiği haberi etrâfa aksetmiş.. ve fıtraten mütecessis olan ba’zı kimseler o hârika-i fıtratı peyâpey gördükçe, mâder-i hilkatin hazâin-i lâtefnâsındaki sehâveti bir türlü hazmedemeyenleri, şu Kürd kıyâfetinde, o şâl ve şâlvar altında öyle bir kânûn-i dehânın [dehâ kaynağının] ihtifâ edebileceğini bir türlü anlayamayarak, âtıl ve müzevvir olan ekseriyet-i hasîse, zelil olan hissiyât-ı umûmiyesini bir kelime-i tezyîfin ma’nâ-yı intikàmında telhîs etmişlerdi: Mecnûn!…Saîd-i Kürdî, filvâki‘ ifrât-ı zekâ i’tibâriyle hudûd-i cünûnda idi. Fakat öyle bir cünûn ki; onun rûh-i kemâl ve aklına, en ulvî ve fedâî şâir-i bedbahtî olan bir üstâd-ı muhterem (A. Cevdet), şu mısra’larında tercümân-ı zîşânı olmuştur:
Cünûn, başımda yanar âteş-i maâlîdir..
Cünûn, başımda benim bir zekâ-yi âlîdir!
Benim cünûnuma rehber ziyâ-yi ulviyyet..
Benim cünûnumu bekler azîm bir niyyet!…
Evet, Sa‘îd-i Kürdî, İstanbul’a; şûrezâr Kürdistân’ın, maârifsizlikle öldürülmek istenilen kâinât idrâkinde yapamadığı kâşânelere bedel, Yıldız siyâset selhhânelerini zelzelelere vermek azmiyle gelmişti. Dahâ İstanbul’a gelmeden Van’dan, Bitlis’ten, Mardin’den defaatle nefyolundu. İstanbul’a gelmesiyle berâber Abdülhamîd tarafından da sûret-i ciddiyyede tarassud altına aldırıldı ve birkaç kerre tevkif edildi. Nihâyet bir gün geldi ki, Sa‘îd-i Kürdî’yi Üsküdâr’a Toptaşı’na yolladılar. Çünki, hapishânede îkaz edilecek kimseler bulunmak muhtemeldi. Bîmarhâneden ikide birde çıkarılıyor; maâş, rütbe tebşîr edilir.. Hz. Sa‘îd; “Ben Kürdistan’da mekteb açtırmak üzere geldim. Başka bir dileğim yoktur. Bunu isterim ve başka bir şey istemem.” derdi. Ta’bîr-i âherle, Bedîüzzamân iki şey istiyordu: Kürdistân’ın her tarafında mektebler açtırmak istiyor, başka bir şey almamak istiyordu…
Arş-ı kanâat oldu behişt-i gınâ bize
Biz inmeyiz zemîn-i müdârâya ol emîn
Mansıbların, makàmların en bülendidir,
Vicdânımızca mansıb-ı tahkīr-i zâlimîn.”
Ahmed Râmiz, birkaç kerre tevkif edildikten sonra tımârhâneye konulduğunu yazmışsa da Üstâd’ın ayni eserdeki kendi ifâdelerine göre tevkifhâne hâdisesi dahâ sonra..76
İstibdâd Döneminden sonra Tımarhâne Hâtırâtını ve Zaptiye Nâzırı ile olan Muhâveresini “Kürd Teâvün ve Terakkī Gaztesi”inde yayınlar (2 Ocak 1909). Daha sonra, 31 Mart Hâdisesinin akabinde neşrettiği (1909) “İki Mekteb-i Musîbetin Şehâdetnâmesi yâhûd Dîvân-ı Harb-i Örfî ve Saîd-i Kürdî” isimli eserine de alır..
Üstâd Hazretlerinin bizzat kendi elyazıları ile cüz’î bâzı değişiklikler yaptığı 1950’lerin ortalarında teksir edilen 64 sayfalık nüshaya da alınır.. Ancak 1960 ve sonrasında yeniyazı ile neşredilen nüshalara konulmaz..77 “Tenbih” ile “Hâtime” arasına bâzı gazete yazıları ilâve edilir…78
VAN’A GÖNDERİLMEK İSTENİLMESİ
Aşağıdaki vesîkalardan ve Zabtiye Nâzırı ile muhâverelerinden anlaşılacağı gibi; Pâdişah ve Mâbeyn, onun Dersaâdet’de bulunmasından fevkal’âde rahatsızdır.. Ne bahâsına olursa olsun Van’a gönderilmeye çalışılmaktadır.. Zaptiye Nâzırı Ahmed Şefik Paşa79 duruma bizzat mübâşeret eder.. Aralarında şöyle bir muhâvere geçer:
“Zabtıye Nâzırı:
‘ – Pâdişah sana selâm etmiş, bin guruş da maaş bağlamış. Sonra da yirmi–otuz lira yapacak’ dedi.
Cevâben:
‘ – Ben maaş dilencisi değilim. Bin lira da olsa kabûl etmem. Kendim içün gelmedim, milletim içün geldim. Hem de bu bana vermek istediğiniz, rüşvet ve hakk-ı sükûttur.’
Nâzır:
‘ – İrâdeyi reddediyorsun, İrâde reddolunmaz. ’
Cevâben dedim:
‘ – Reddediyorum; tâ ki Pâdişah darılsın, beni çağırsın. Ben de doğrusunu söyleyeyim. ’
Nâzır:
‘ – Netîcesi vahîmdir! ’
Cevâben:
‘ – Netîcesi deniz olsa, geniş bir kabirdir. İ‘dâm olunsam bir milletin kalbinde yatacağım. Hem de İstanbul’a geldiğim vakit hayâtımı rüşvet getirmişim. Ne isterseniz ediniz. Bunu da ciddî söylüyorum. Ben isterim ki, ebnâ-yı cinsimi bifiil îkaz edeyim ki; devlete intisâb hizmet etmek içündür. Maaş kapmak içün değildir. Hem de benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti, nasîhatledir. O da hüsn-i te’sirledir, o da hasbîlikledir, bu da garazsızlık, o da ivazsızlık, o da terk-i menâfi’-i şahsıyledir. Binâen-aleyh, ben maâşın kabûlünde ma’zûrum. ’
Nâzır:
‘ – Senin, Kürdistan’da neşr-i maârif olan maksadın meclis-i vükelâda derdest-i tezekkürdür. ’
Cevâben:
‘ – Acabâ, maârifi te’hir, maâşı ta’cil edersiniz; ne kàide iledir. Menfaat-i şahsiyemi menfaat-i umûmiye-i millete tercih ediyorsunuz? ’
Nâzır hiddet etti..
Ben dedim:
‘ – Ben hür yaşamışım. Hürriyet-i mutlakanın meydânı olan Kürdistan dağlarında büyümüşüm. Bana hiddet fâide vermez. Nâfile yorulmayınız. Beni nefyedin. Fîzan olsun, Yemen olsun râzıyım. Siz de pînedûzluktan ve yamalıkcılıktan kurtulursunuz. Ben de yüksekten düşmekle incinmekten kurtulurum. ’
Nâzır:
‘ Ne demek istiyorsun? ’
Cevâben dedim:
‘ Sigara kâğıdı kadar ince ve nizam nâmıyle bir perdeyi, bu kadar feverân-ı efkâr ve hissiyâta karşı herkesin üstüne örtmüşsünüz. Herkes, altında, sizin tazyîkàtınızla meyyit-i müteharrik gibi inliyor. Ben acemî idim, altına girmedim, üstüne düştüm. Sûret-i telebbüsüm gibi ahlâkım da sakīl idi.. Bir kere, Mâbeyn’de yırtıldı, Şişli’de bir Ermenî’nin evine düştüm. Orada yırtıldı, Şekerci Hânı’na *düştüm. Orada da yırtıldı, timarhâneye düştüm. Şimdi de tarassudhâneye düştüm. Hâsılı; siz de o kadar yamacılık yapamazsınız, ben de incinirim.
(قدالتسع الخرق على الراقع) [Yırtık yamadan daha büyük hâle geldi].
Hem de Kürdistan’da iken sizi iyi bilirdim. Bu ahvâl sizin serâirinizi bana iyi öğretti. Bâhusus tımarhâne bu metinleri bana iyi şerh etti. Hem de bu hâllere teşekkür ederim zîrâ, sû-i zan makāmında hüsn-i zan eder idim. ’
Bedîüzzamân
Molla Sa‘îd el-Kürdî”80
İkinci Meşrûtiyetin îlânına 17-18 gün vardır.. Yıldız’dan İrâde çıkartılır:
“Yıldız Sarây-ı Hümâyûnu
Başkitâbet Dâiresi
3425
Van’dan Dersaâdet’e gelmiş olan Sa‘îd Efendi’ye Van’a avdet etmek üzere harcırah olarak ikibin kuruş i’tâsı şeref-sudûr buyurulan irâde-i seniyye-i cenâb-ı hilâfet-penâhî iktizây-ı âlîsinden olmağla ol bâbda emr ü fermân hazret-i veliyyül emrindir.
Serkâtib-i Hazret-i Şehriyârî
Tahsin
27 Ca 1326 / 23 Haziran 1324 [6 Temmuz 1908]”81
Makāmât harekete geçer.. Muharrerât hızlanır…
İrâdenin südûrundan 13 gün sonra, (İkinci Meşrûtiyet’in i‘lânına 4-5 gün kala) Van Vâliliği’ne âcilen cevaplandırılması kaydıyle bir yazı çıkartılır:
“Komisyon-ı Mahsus Müsevvedâtı
Van Vilâyet-i Aliyyesi’ne,
Fuzalâdan ve hüsn-i hâl ashâbından olduğu 21 Mayıs 1324 [3 Hazîran 1908] târihli telgrafnâme-i vâlâlarında iş’ar buyurulan Bitlisli Molla Sa‘îd oraya avdet etmek üzere [olup]dir. Ancak kendisinden buraca meşhûd olan bazı etvâr ve evzâ’ oraca beyn’el-aşâir teferrüd-i dâ’iyesine kalkışmak veya bir mefsedet ikâ’ etmek şüphesi tevlid etmekte olduğundan öyle bir hâl ve harekete tesaddî etmesi me’mul ve kâbil olup olmadığının bâlâ taraf mulâhazasıyla âcilen iş’ar buyurulması bâbında.
6 Temmuz 1324 [19 Temmuz 1908]”82
Bütün baskılara, tehditlere, uğraşmalara, rüşvet tekliflerine rağmen Van’a gönderilme işi akīm kalır.. Takdîr, tedbîri bozar.. Ve serbest bırakılır..
Üstâd’ın tımarhâne ve tevkifhâneye hangi târihlerde alındığını, ne kadar tutulduğunu bilemiyoruz.. A. Badıllı, Üstâd’ın Şekerci Hanı’nda kaldığı süreyi bir ay, tımarhâne ve tarassuthâne süresini ikibuçuk ay kadar tahmin etmektedir..83
Hürriyet’ten hemen önce mi, yoksa Hürriyet’in îlânıyla mı serbest bırakıldığını gösteren bir belgeye de henüz ulaşılmış değil.. Araştırmacılar, tahmîne dayalı kanâatler belirtiyorlar.. Abdülkadir Badıllı, “… herhâlde Bedîüzzamân Hazretleri İkinci Meşrûtiyetin îlânından evvel –ammâ ne kadar evvel?- hapisten tahliye edilmiştir denilebilir.”84 derken, Bahaeddin Sağlam, “24 Temmuz 1908’de Meşrutiyet ve Hürriyet îlân edilince İttihadçılar onu serbest bırakır.”85 beyânında bulunuyor.
Bereketli ömründeki sayısız şeref levhalarından bir nümûne.. Bir Bedîüzzamân gerçeği.. Van’a dönmesi karşılığında kendisine verilmek istenen harcırâhı kabûl etmediğinin belgesi:
“Mektûbî Kalemine Mahsûs
Dâhiliyye Nezâret-i Celîlesine,
Van ulemâsından olub Dersaâdet’te bulunan Molla Sa‘îd Efendi’nin memleketine avdet etmesi içün harcırâh olmak ve kendisine verilmek üzere bâ-irâde-i seniyye-i hazret-i pâdişâhî ihsân buyurulmasıyla makām-ı nezâret-i celîlelerine irsâl kılınmış olan ikibin kuruşu mumâileyh Molla Saîd Efendi kabûlden istinkâf eylemesine binâen meblağ-ı mezbûr me’mûra tevdîan nezâret-i Celîleleri veznesine iâde edildiğine nezâret-i âcizi evrâk müdürlüğüne evvelce bunun içün verilmiş olan makbûz-i ilmuhaberin irsâli husûsunda.”
16 Ağustos 1324 [29 Ağustos 1908]”86
DİPNOTLAR:
1: Müküslü Hamza; Bedîüzzamân Sa‘îd-i Kürdî’nin Tercüme-i Hâlinden Bir Hülâsadır. Evkāf-ı İslâmiyye Matbaası, [İstanbul], 1334, s.3.
2: Abdurrahmân Nursî, Bedîüzzamân’ın Târihçe-i Hayâtı. Necm-i İstikbâl Matbaası, İstanbul, 1335, s.3.
3: Sadık Albayrak; Son Devrin İslâm Akademisi Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye –İkinci Baskı- Yeni Asya Yayınları, Şubat 1973, s.214.
4: Abdülkadir Badıllı; Bediüzzaman Said-i Nursi, Mufassal Tarihçe-i Hayatı. İttihad Yayınları, 1998, s. 69.
5: Sevan Nişanyan; Hizan Notları.
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2013/01/hizan-notlar.html (Erişim Târîhi: 11.11.2017).
6: https://www.risalehaber.com/said-nursinin-tc-kimlik-numarasi-kac-297437h.htm (Erişim Târîhi: 16.03.2022)
7: Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; Barla Lâhikası, Yeni Asya Neşriyât, 1998, s.156.
8: Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; Şuâ‘lar, Yeni Asya Neşriyât, 2001, s.425.
9: Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyât, 1998, s.197.
10:
Sadık Albayrak; age, s.212. (Arşiv Belgeleri Işığında Bedîüzzamân Said Nursî ve İlmî Şahsiyeti, Prof. Dr. Ahmed Akgünüdüz, cild 1, s.89 / Daha okunaklı.)
11: Bediüzzaman Hangi Tarihte Doğdu?, Köprü – Bedîüzzaman Özel Sayısı, Bahar 2000, 70. sayı.
12: Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat–2005, s.595.
13: Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; age, s.602.
14: https://www.yeniasya.com.tr/abdulbaki-cimic/bediuzzaman-hazretleri-nin-isim-ve-unvanlari_213128
15: Necmeddin Şahiner; Bilinmeyen Taraflarıyla Bedîüzzaman Said Nursî, Nesil Yayınları-2006, s.410.
16: Abdülkadir Badıllı; age, s.877.
17:
–Müküslü Hamza; age, s.3.
–Abdurrahman Nursî; age, s.3.
-Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye Tezkiresi, Sadık Albayrak; age, s.212.
18: Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyât, 1998, s.120-121.
19: Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; Lem’alar, Yeni Asya Neşriyât, 2005, s.462-463.
20: Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyât, 1998, s. 426-427.
21: 1974’lerdeki mezar taşı.. (Bkz: Necmeddin Şahiner; age, s. 46.)
22: Abdülkadir Badıllı; age, s.71-73.
23: Abdülkadir Badıllı; age, s.73.
24: M. S. Mardin; Sôfî Mirzâ’nın Nesli. Y. Asya Gazetesi, 06 Mayıs 2014.
25: Abdülkadir Badıllı; age, s.49-63.
26: Ahmed Akgündüz, Prof. Dr.; Arşiv Belgeleri Işığında Bedîüzzamân Saîd Nursî ve İlmî Şahsiyeti – Birinci Kitap, 2013, s.109-203.
27: Abdullah Can; Bir proje kitaptan yansımalar (Ahmet Akgündüz’ün İddiâlarına Cevaplar).
http://www.ilkehaber.com/yazi/bir-proje-kitaptan-yansimalar-ahmet-akgunduzun-iddialarina-cevaplar-9891.htm (Erişim Târîhi: 17.12.2018).
28: Müküslü Hamza; age, 1334, s.3.
29: Abdurrahman Nursî; age, s.3.
30: Sadık Albayrak; age, s.214.
31: Abdurrahmân Nursî; age, s.10.
32: Abdurrahmân Nursî; age, s.10, 11.
33: Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; Kastamonu Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, 1998, s.67.
34: Abdurrahman Nursî; age, s.12,13.
35: Necmeddin Şahiner; age, s.61.
36: Necmeddin Şahiner; age, s.62.
37: Abdurrahmân Nûrsî; age, s.14.
38: Abdurrahman Nursî; age, s.29-30.
39: Abdurrahman Nursî; age, s.17.
40: Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; Târihçe-i Hayâtı, Yeni Asya Neşriyat, 1998, s.36.
41: Rüyâ hâdisesinin fıkhî bir yorumu için bkz: https://www.yeniasya.com.tr/suleyman-kosmene/ilm-i-ledun-sultanlarinin-sirlari_525465
42: Abdurrahman Nursî; age, s.19-20.
43: Abdurrahman Nursî; age, s.22-23.
44: Bedîüzzamân Saîd Nursî; Eski Sa‘îd Dönemi Eserleri, Yeni Asya neşriyat, 2009, s.288.
45: Bu mutasarrıfın Selânikli mehmed Enis Efendi olma ihtimâli kuvvetlidir. (Bkz: RNE; Selânikli Mehmed Enis Efendi.
http://www.rne.com.tr/portreler/selanikli-mehmet-enis-efendi-1844/ (Erişim Târîhi: 17.12.2018).
46: Abdurrahman Nursî; age, s.23.
47: Abdurrahman Nursî; age, s.26-27
48: Bedîüzzaman Saîd Nursî; Târihçe-i Hayâtı, Eserleri, Meslek ve Meşrebi, Yeni Asya Neşriyat, 2008, s.792.
49: Ahmed Akgündüz, Prof. Dr.; age, s.80
Abdülhamit Kırmızı, Abdülhamîd’in Vâlîleri, Klasik Yayınları, İstanbul, 2007, s.89.
50: Abdurrahmân Nûrsî, age, s.28-29.
51: Abdurrahman Nursî; age, s.27-28.
52: Salih Okur, Efe Hazretleri ve Bedîüzzaman.
http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=1591&ctgr_id=12 (Erişim Târîhi: 13.02.2019).
53: Abdurrahman Nursî; age, s.29.
54: Bedîüzzamân Saîd Nursî; Târihçe-i Hayâtı, Eserleri, Meslek ve Meşrebi. 1958, s.15.
55:
-Abdülkadir Badıllı; age, s.143.
-Necmeddin Şahiner; age, s.73.
56: M. Selim Mardin; Yeni Bilgi ve Belgelerle Bedüzzaman Said Nursi, 2021, s.113.
57: Abdülhamit Kırmızı; Abdülhamid’in Vâlileri, Klasik Yayınları, İstanbul, 2007, s. 89, 90.
58: Abdurrahman Nursî; age, s.29-30.
59: Abdurrahman Nursî; age, s.30-34.
60: Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; Şuâ‘lar, Yeni Asya Neşriyat, 2001, s.609.
61:
–http://www.rne.com.tr/portreler/william-ewart-gladstone-1809-1898/
-Ahmed Akgündüz, Prof. Dr.; Bediüzzaman ve Seyid Kutub’un Gladstone’a Cevapları.
http://www.risaleajans.com/nur-alemi/bediuzzaman-ve-seyid-kutubun-gladstonea-cevaplari (Erişim Târîhi: 12.03.2019).
62: BOA., Y.PRK.UM., nr.80/74, 10 Şevval 1325, 16 Kasım 1907: Selim Sönmez; Bediüzzaman Said Nursi’nin İlk İstanbul Hayatına Dair Bazı Belgeler. Köprü Dergisi, Bahar 2004, sayı 86.
63: Selim Sönmez; age, sayı 86.
64: BOA., ZB., 618/64, 18 Kasım 1907
65: Cemalettin Canlı-Yusuf Kenan Beysülen, Zaman İçinde Bedîüzzaman, İletişim Yayıncılık, 2010, s.112).
66: Abdurrahman Nursî; age, s.34.
67: Abdülkadir Badıllı; age, s.171.
68: Abdülkadir Badıllı; age, s.171,
Dipnot (**).
69: Ahmed Akgündüz, age, s.372.
70: Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, 2005, s. 416.
71: Necmeddin Şahiner; Son Şahitler (1) Yeni Asya Yayınevi, 1980.
72: Şark ve Kürdistan, Numro: 1 25 Şevvâl 1326 [6] Teşrin-i sânî 1324 19 Teşrîn-i sânî [Kasım] Efrancî 1908 [Sahîfe: 2] (Yeniyazı: B. Tunç)
73: Sa‘îd-i Kürdî; İki Mekteb-i Musîbetin Şehâdetnâmesi yâhûd Dîvân-ı Harb-i Örfî ve Sa‘îd-i Kürdî, İkbâl-i Millet Matbaası, İstanbul, [Hicî] 1327 [Rûmî 1325, M.1909], s.2.
74: Müsned. 3:86; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:499.
75: Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; Şuâ‘lar, Y. Aya-2001, s.304 .
76: Sa‘îd-i Kürdî; age, s.41.
77: 1960 öncesi basılan yeniyazı nüshaya ulaşamadığım için oradaki durumu bilemiyorum?..
78: Bediüzzaman Said Nursî; İki Mekteb-i Musîbetin Şehâdetnâmesi Veya Dîvân-ı Harb-i Örfî, Sinan Matbaası – 1960.
79: Ahmed Şefik Paşa (Gürânîzâde/Halepli): ?-1909: Zaptiye Nâzırı (Kasım 1896- Temmuz 1908).
31 Mart Hâdisesinde îdam edilmiştir. (Bkz: Ahmed Akgündüz, Prof. Dr.; age, s.415).
80: Sa‘îd-i Kürdî; İki Mekteb-i Musîbetin Şehâdetnâmesi yâhûd Dîvân-ı Harb-i Örfî ve Saîd-i Kürdî, [H.]1327 [1909], s.41-43.
81: Ramazan Balcı; Arşiv Belgeleri Bediüzzaman’ı Doğruluyor. https://www.risalehaber.com/arsiv-belgeleri-bediuzzamani-dogruluyor-6476yy.htm (Erişim Târîhi: 12.04.2022).
82: BOA., ZB., 620/31,21: Selim Sönmez; age, s.82.
83: Abdülkadir Badıllı; age, s.185.
84: Abdülkadir Badıllı; age, s.198.
85: Bahaeddin Sağlam; Nutuk ve Makaleler (1908-1920), Bediüzzaman said Nursî, Şerh ve İzahlar, 2014, s.20.
86: BOA., ZB., nr.325/115: Selim Sönmez; age, s.83.