BEDÎÜZZAMÂN SA‘ÎD NURSÎ / MUHTASAR TÂRİHÇE-İ HAYÂTI / DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: 1918-1922

 

RUSYA’DA ULAŞMAYAN MEBLAĞIN ÖDENMESİ 

“Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cem‘iyyeti

Merkez-i Umûmîsi

Aded

İstanbul 133/191

Telefon Numerosu: İstanbul 1783

Hilâl-i Ahmer Cem‘iyyeti tarafından Rusya’da esir bulunduğum esnâda nâmıma irsâl edilen 10/7/32 târîhinde Dâhiliyye Nezâreti’nden mevdû‘ altıbin ve 21/7/32 târîhinde  Adana’da vâli konağında Abdülmecîd Efendi’den mevdû‘ bin sekizyüz kuruş esâretten avdetime kadar yedime vusûl bulmamış olduğundan cem‘iyyet-i mezkûrece paranın istirdâdı içün vukū‘ bulacak teşebbüs müsmir olmadığı ya‘nî para iâde olunmayıp ziyâ‘a uğradığı Doçe Bank’ın iş‘ârıyle tebyyün ettiği takdirde hemen ve bilâ kayd u şart tarafımdan tazmîn edilmek üzere mecmû‘u olan yedibin sekizyüz kuruş ta‘vîzan cem‘iyyet-i müşârün-ileyh veznesinden ahz eyledim.

Sa‘îd-i Kürdî

7074

30/7/34”1

 

“Bedîüzzamân Molla Sa‘îd Efendi’ye: Rusya’da esârette iken tevârih-i muhtelifede gönderilen mebâliğin yedine adem-i vusulüne binâen … mumâ ileyhe ta‘vîzan mukābili olarak bâlâda müfredâtı muharrer olduğu üzere yalnız yedibin sekizyüz kuruşun te’diyesi lâzım gelir.

Dersa‘âdet 30 Temmuz (13)34

Bâlâdaki meblağ cem‘iyyet veznesinden makbûzum olmuştur.

Sa‘îd-i Kürdî” 2

 

DÂRÜ’L-HİKMETİ’L-İSLÂMİYYE

“Bu teşkilât, son devirlerde gerek İmparatorluk ve gerekse İslâm Âleminde ortaya çıkan bir takım dînî mes’elelerin halli ve İslâm’a yapılan hücumların İslâm ahkâmına göre cevaplandırılması için kurulmuştur.3

Kısa sürede 79 merkezde Taşra Encümenlikleri de teşekkül eder..4

V. Mehmed Reşâd zamânında hukūkī altyapısı hazırlanan Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye, 12 Ağustos 1334 (12 Ağustos 1918) târîhinde VI. Mehmed Vahîdüddin ve Şeyhü’l-İslâm Mûsâ Kâzım Efendi zamânında açılır.5

 

DÂRÜ’L-HİKMET’E TA‘YÎNİ

Harbiye Nezâretince Musul Vâlîsi (Sâbık Bitlis Vâli Vekili) Memduh Bey’den 21 Temmuz 1918 târihli şifre ile bilgi ve görüş istenir:

“Bitlisli Bedîüzzamân Sa’îd-i Kürdî Bey taraf-ı âlîlerince Bitlis gönüllü kumandanlığı vazîfesiyle tavzif olunduğu ve Muş’un sukūtunda orada kalan oniki topu kurtararak Bitlis muhârebesine iştirâk ile orada mecrûhen esir düştüğü ve bu def’a tahlîs-i nefs ile Dersaâdet’e geldiğini beyan ediyorsa da buna dâir bir gûnâ ma‘lûmat mevcud olmadığından bu bâbdaki ma‘lûmat ve mütâlaanın inbâsı mütemennâdır”6    

Memduh Beyden gelen şifreli telgrafın çoğu grupları halledilemediğinden talep edilen bilgiler “müsta’celdir” kaydı ile tekrar istenir:

“Hû

Musul Vilâyetine

                               Müsta’celdir

Bedîüzzamân Sa‘îd-i Kürdî Efendi hakkında Harbiye Nezâretine çekilen 23 Temmuz sene [1]334 şifreli telgrafnâmenin ekser grupları hall edilemediğinden serîan bittashih iş’ârı.

                               Nâzır nâmına                            24 Temmuz [1]334

                               …”7

Musul Vâlisi Memduh Bey, Dâhiliyye Nezâreti’nin 24 Temmuz 1334 târihli bu talebini 28 Temmuz târihli şifreli telgrafnâme ile cevaplandırır:

“Bitlis’de Ruslara esir düşen Bedîüzzaman Saîd-i Kürdî Efendi’nin İstanbul’a avdet etdiğinden, hizmetinin makāmâta arzı sûretinde telgrafı aldım.
Erzurum’un sükūtu üzerine II. Ordu kıtaâtından bir cüz’ün o havâliye yetişmesinden akdem, Bitlis boğazından düşmanın mürûru, Dicle nehrine kadar şimâlden tevsîini istilzam etdiren bir ric’at olduğundan XIII. Alayın Bitlis’e dört saatlik mesâfeye vüsûlüne kadar, kasaba muhârebesi olan 20 günlük müdâfaada Hazret denilen Şeyh Ziyâüddin, ile mumâileyhin (Bediüzzaman’ın) Kürdleri sevk husûsundaki mesâîleri ve bilhassa askerce müsâraeten terk edilen Muş cihetinden mumâileyhin (Bediüzzaman’ın) gönüllü kumandan sıfatıyla kasaba ahâli ve talebesini alarak sekiz [8] topu kurtarmak sûretindeki fevkal’âde gayreti vukūa gelmiş idi. İlim ve hitâbeti Kürdleri irşâda muktedir olan mumâileyhin (Bedîüzzamân’ın) her mevqi‘deki ikāmetgâhına mürâcaat edenlerin kesreti, kendisinin sehâvetiyle berâber fa‘-âliyeti, bulunduğu mevqiin adına her zaman terfih ve ikdârı, vucûdunu ihsas etdirmişdir.
Binâenaleyh ırkan Kürd olub, …. bulunan Yezîdîlerin irşâdı ve tahsile teşvîqi (içün) vâizlikle ve beşbin guruş maaşla gözedilerek hidemât-ı sâbıkasına mükâfaten İlmiyye rütbesiyle nişan îtâ kılınarak taltîfi ve bu sûretle hükûmete temâdî-i merbûtiyet ve sadâkatinin te’mîni, siyâset-i idâreye muvâfık olacağı mütâlaasıyla arza mücâseret eylerim Efendim

Vâli Memduh Musul 28 Temmuz 1334”9

Dârü’l-Hikmet’e tâyîni, Madalya ve İkrâmiye verilmesi, Mahrec pâyesi ile taltîfi bu tahkīkāta istinâden olmalı..

Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye a’zâlığına ta’yîni:10  26 Şevvâl 1336, 4 Ağustos 1334 [4 Ağustos 1918] târihli İrâde-i Seniyye ile.11

Dârü’l-Hikmetin açılışından iki gün evvel Enver Paşa’nın Talebi:“Bitlis’te Ruslar’la vukū’ bulan savaşlara iştirâk edip esir düşmüş ve bu def’a geri dönmüş bulunan ulemâdan meşhur Bedîüzzaman Sa’îd Efendi’nin aşîretlerin harbe sevki husûsundaki hamiyyetli çalışmalarına ve müşâhid olan vatanperverce güzîde hizmetlerine binâen, mumâileyhin uhdesine, hâiz olduğu ilmî haysiyyet ile uygun bir rütbe tevcîhi sûretiyle taltîfi muvâfık olacağından, îcab edenin îfâsına yüce izinleri istirham edilmektedir.
10 Ağustos 1334
Başkumandan Vekili ve Harbiye Nâzırı
Enver”
12

Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’nin resm-i küşâdı: 12 Ağustos 1918 (4 Zilka’de 1336/12 Ağustos 1334) 13, 14

Şeyhü’l-İslâm Mûsâ Kâzım Efendi, açılışı şu özlü konuşma ile yapar:

“Dâr-ül Hikmet-il İslâmiyye’nin te’sîsi iki seneden beri tasavvur olunuyordu. Bu bâbdaki kānun ve onu müteaqib nizamnâme İrâde-i Seniyye’ye iqtirân etdi. Tilâvet olunan Âyât-ı Kerîme ve kırâat olunan mübârek duâlar ile teberrüken Dâr-ül Hikmet-il İslâmiyye’yi küşâd etdim. Cenâb-ı Hak, tevfîkāt-ı Samedâniyye’sine mazhar buyursun.”15

 

MAHREC PÂYESİ TEVCÎHİ  


Şeyhülislâm tarafından İrâde-i Seniyye Lâyihası yazılması: 

“Atûfetli Efendim Hazretleri,

Bitlis’de Ruslarla vukûa gelen muhârebâta iştirak edib esir düşmüş ve bu kerre avdet eylemiş olan Bedîüzzamân Saîd-i Kürdî Efendi’nin aşâirin harbe sevqi husûsunda mesâî-yi hamiyyetmendânesine ve müşâhid olan hidemât-ı bergûzide–i vatanpervârânesine binâen bir rütbe-i ilmiyye ile taltîfi Harbiyye Nezâret-i Celîlesinden iş’âr olunmuş ve âhiren D.H.İ. a‘zâlığına ta‘yin olunan Mümâileyh’in “MAHREC” pâyesi ile taltifi münâsib gibi mütâlaa olunarak tanzim edilen İrâde-i Seniyye lâyıhası leffen arz ve takdim kılınmış ise de emr ü fermân-ı Hümâyûn-i Hazret-i Hilâfetpenâhî ne vech ile şeref-mütealliq buyurulursa hükm-i âlîsinin infâzına müsâraat olunacağı derkârdır Efendim..

                               17 Zilka’de 1336, 24 Ağustos 1334   [24 Ağustos 1918]

                               Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım

                               İmzâ

 

Ma‘rûz-i Bende-i Dîrîneleridir

İş bu tezkire-i âliyye–i meşîhatpenâhîleriyle berâber menzur-i âlî buyrulan melfuf irâde-i seniyye lâyihası imzâ-yi hümâyûn-i mülûkâne ile bitteşfih leffen savb-ı âlî-yi fetvâpenâhîlerine tesyîr kılınmakla ol bâbda emr ü fermân hazret-i veliyyü’l-emr’indir.

                               18 Zilka‘de 1336, 25 Ağustos 1334 [25 Ağustos 1918]

                               Serkâtib-i Hazret-i Şehriyârî

                               İmzâ”16

 

“Mahrec” pâyesine dâir İrâde-i Seniyye: 

                  “Bâb-ı Fetvâ
DÂİRE-İ MEŞÎHAT
                                                                                                                                                 

                                                                                                              Mehmed Vahîdüddîn 

  

                               DÂRÜ’L-HİKMETİ’L-İSLÂMİYYE A’ZÂSINDAN BEDÎÜZZAMÂN SA‘ÎD EFENDİ’YE

                               MAHREC PÂYESİ TEVCÎH OLUNMUŞDUR.

                               BU İRÂDE-İ SENİYYE’NİN İCRÂSINA MEŞÎHAT ME’MÛRDUR.

                               18 Zilka’de 1336/26 Ağustos 1334 [26 Ağustos 1918]

 

ŞEYHÜLİSLÂM
Mûsâ Kâzım”
17

 

Mahrec Pâyesi Tebliği:    

              “Bâb-ı Fetvâ

               DÂİRE-İ MEŞÎHAT-İ İSLÂMİYYE

               Mektûbî Kalemi

                Aded

                 124

                               DÂRÜ’L-HİKMETİ’ L-İSLÂMİYYE A’ZÂSINDAN FAZÎLETLÛ SA‘ÎD EFENDİ’YE

                               FAZÎLETLÛ      EFENDİ

                               UHDE-İ FÂZILÂNELERİNE MAHREC PÂYESİ TEVCÎHİ LEDE’L-ARZ 18 ZİLKA’DE

                               1336 TÂRİHİNDE İRÂDE-İ SENİYYE-İ HAZRET-İ HİLÂFETPENÂHÎYE İQTİRÂN

                               EYLEDİĞİNİN BEYÂNI SİYÂKINDA TEZKiRE-İ MUHIBBÎ TERQÎM KILINDI.

                                      22 Zilka’de 1336 / 29 Ağustos 1334 [29 Ağustos 1918]
ŞEYHÜLİSLÂM nâmına
Fetvâ Emîni
(Ali Rızâ)
18

Abdurrahmân Nursî, D. Hikmet’e ta‘yînini kısaca verir:

“Üstâd-ı muhterem bugün İstanbul’da olub, ma‘lûmâtı olmadan Dâr-ül Hikmet-il İslâmiyye a‘zâlığına ta‘yîn buyurulmuş ve emr-i vâqi‘ karşısında bulundurularak kabûle mecbûr olmuşdur. El-hâletü hâzihî mezkûr makāmda vazîfe-i diniyye ve ilmiyye ile meşgūl bulunur.”19

 

İŞÂRÂTÜ’L-İ‘CÂZ’IN TAB‘I

İşârâtü’l- İ‘câz fî Mezâni’l-Îcâz’ın (ve ekinde “Bedîüzzamân Sa’îd-i Kürdî’nin Terceme-i Hâlinden Bir Hülâsadır” adlı ilk Bedîüzzamân Târihçesinin) tab‘ı:20 1918 

Cem‘iyyet-i Müderrisîn A‘zâlığı: 15 Şubat 1919’da kurulan bu Cem‘iyyetde 7 ay kadar a‘zâ olarak hizmet eder.. 21

Bir Mâzeret Dilekçesi ve doktor raporuna istinâden tebdîl-i havâ için izne ayrılması:22 19 Nisan 1919

 

TÂRİHÇE-İ HAYÂTIN NEŞRİ 

Yeğeni Abdurrahman tarafından hazırlanan “Bedîüzzamân’ın Târihçe-i Hayâtı”nın neşri: 23 1919 (1335)

İlk Târihçelerde belirtilen eserleri:

Türkce:

1- Muhâkemât-ı Bedîüzzaman 

Arabca:

2- Reçetetü’l-Ulemâ

3- Reçetetü’l-Avâm

4- Ta‘lîkāt  

5- Rumûzât

6- İşârâtü’l-İ’câz fî Mezâni’l-Îcâz24

Müküslü Hamza’nın hazırladığı Tercüme-i Hâl’de de liste ayni..25

Nedense Nutuk, D.H. Örfî, El-Hutbetü’ş-Şâmiyye, Münâzarât gibi eserleri kaydedilmemiş?..

 

AYRILIKÇI HAREKETLERE KARŞI

Üstâd, her zemînde, her durumda ayrılıkçı hareketlere karşı tavrını ortaya koyar.. Ferdî olarak veyâ Kürd ileri gelenleriyle birlikde gazetelere mülâkatlar, beyânatlar verir..

Kürd Teâlî Cem’iyyeti’nin, 3 Ekim 1919’da olağanüstü toplantısından:

“Dünkü Cum’a günü Kürd Cem’iyyeti Kürd Klubünde fevkal’âde ictimâ’ akd etmiştir. Bunda A’yândan Seyyid Abdülkādir, Fethullah, Malatya Mutasarrıfı Bedirhânî Halil Beyin oğlu Âsaf Emin Âlî, yüzbaşılıkdan müsta’fi Bâkī Beyler ve Hamdi Paşa ve sâir birçok zevât hâzır bulunmuşlardır.

Seyyid Abdülkādir Bey mevqi’-i hitâbete çıkarak [İttihadcılar mevqi’-i iktidâra geliyorlar. Bu tahakkuk etdiği anda Kürd âmâline nihâyet vermek lâzımdır. Buna mahal bırakmakdan ve İttihadcıları mevqi’-i iktidarda görmekden ise buraların İngilizler tarafından işgālini görmek evlâdır ve böyle olmalıdır. Çünki İngilizler Kürdistân’a istiklâl va’d etmişlerdir. Bunun içün Kürdistân’daki propagandaya keremî vermeli de Kürdler’in Mustafa Kemâl Paşa tarafından zehirlenmemelerini te’min etmelidir.]

Malatya mutasarrıf-ı sâbıkı Bedirhan Halil Bey buradan gönderilen üç arkadaş ile [ki, birisi Başkal’alı Hıfzullah Beyin oğlu Abdurrahman Beydir] Dersim’e gitdiklerini telgrafla bildirmişlerdir. Buradan da başka adamlar göndermek lâzımdır ilâ âhir… tarzında bir nutuk îrâd etmişdir. Nutkun hitâmında Şerif Paşa’dan gelen ve meâli [Olmaya ki, Türkler’le birleşmeyesiniz. Ben burada Kürdler’in ayrılmasını te’min etdim.] tarzında olan mektubu okumuşlardır. Ba’dehû Vanlı Bedîüzzamân Sa’îd-i Kürdî mevqi’-i hitâbete çıkarak Seyyid Abdülkādir’i ve kendisiyle hemfikir olanları tel’in etmiş ve [İttihadcılar mevqi’-i iktidâra gelmesin diye Memleketin İngilizlere teslim edilmesini isteyenleri Allah şöyle yapsın, böyle etsin ilâ âhir … tarzında şedîd muâhazede bulunmuştur. 26

 

22 Şubat 1920 târihli Vakit Gazetesinde çıkan Beyânât:

“Kürd Efkâr-ı Umûmiyyesi ve Şerif Paşa

Ulemâ-yı Ekrâd’dan (Sa‘îd-i Kürdî), Hîzan Sâdâtı’ndan ihtiyât binbaşısı (Muhammed Sıddîq) ve Sâdât-ı Berzenciyye’den da‘vâ vekili (Ahmed Ârif) imzâlarıyle dün aldığımız mektubdur:

Evvelki günkü gazteler Paris’de şerif Paşa ile Ermeni hey’et-i mürahhasası reîsi Bogos Nûbâr Paşa arasında Kürdistan ve Emenistan hakkında bir i’tilâf akd edildiğini yazarak Kürd Efkâr-ı Umûmiyyesinden istîzâhâtda bulunuyorlardı.

Dörtbuçuk asırdan beri vahdet-i islâmiyye’nin fedâkâr ve cesûr hâdim ve tarafdârları olarak yaşamış ve dînî an’anesine sadâkati gāye-i hayât bilmiş Kürdler henüz beşyüzbine karîb şühedânın kanı kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerinin, gözleri oyulan ihtiyârlarının hâtıralarını teessürle anarken İslâmiyyet’in zararına olarak târîhî ve hayâtî muârız ve rakībleriyle i’tilâf akd-etmek sûretiyle salâbet-i dîniyyeleri hilâfında iftirâkcûyâne emeli ta‘kīb edemezler. Binâen-aleyh, Kürd vicdân-ı millîsinin bu tarz tehassüsüne mugāyir hareket eden zevâtı da tanımazlar ve yegâne emelleri de vahdet-i dînî ve millîlerini muhâfaza olduğundan keyfiyyetin îzâhına delâlet buyurulmasını muhterem gaztenizden istirhâm eyleriz”  

Ayni gün Tasvîr-i Efkâr’da çıkan bir Beyânâtı: 22 Şubat 1920

“Şerif Paşa’nın Teşebbüs-i Mâcerâperestânesine Karşı Bedîüzzamân Sa’îd-i Kürdî’nin Beyânâtı

Âhiren şehrimize avdet eylemiş olan efâzıl-ı ümmetden Bedîüzzamân Sa’îd-i Kürdî; Şerif Paşa’nın kendi kendine Kürdlerin murahhası süsü vererek Pâris’de (…).”   

Bir hafta sonra Tasvir-i Efkâr’da diğer bir Beyânâtı çıkar: “Kürdler ve İslâmiyyet”.27

Devâmlı faâliyet hâlindedir… 

4 Mart 1920’de Sebîlürreşâd’da iki yazısı birden yayınlanır: “Kürdler ve İslâmiyyet” ve “Şûrâ-yı Meşîhat-i İslâmiyye”.

Hilâl-i Ahdar (Yeşilay) Cem‘iyyeti’nin kuruluşuna (5 Mart 1920) katılır. Kurucu a’zâlarındandır.28

 

HUTUVÂT-I SİTTE’NİN NEŞRİ

Harb-i Umûmî’nin mağlûbiyetle netîcelenmesi ve İstanbul’un İ’tilâf Devletleri’nce işgāli üzerine işgālciler aleyhine “Hutuvât-ı Sitte”, “Anglikan Kilisesine Cevab” gibi makāleler neşreder..

“Tulûât29 isimli eserinde Şeyhülislâm Dürrîzâde Abdullah Efendi’nin Kuvâ-yi Milliye aleyhindeki 10 Nîsan 1336/1920 târihli fetvâsının30 geçersizliğini isbât eder.31

Yeğeni Abdurrahmân o günleri anlatırken mezkûr fetvâ mes’elsine ve Ankara’nın dâvetine atıfda bulunur:  

“(…) müşârün-ileyh kefenini boynuna takmış ve ölümünü göze almışdır. Ve Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’de demir gibi dayandı. Ecnebî te’sîrâtı Dârü’l-Hikmet’i kendine âlet etdiremedi ve o yanlış fetvâya karşı dayandı, reddetdi. İslâmiyyet’e muzır bir cereyân ortaya atıldığı vakit o cereyânı kırmak içün küçük bir eserini neşr ediyordu. Hattâ Anadolu’dan istediler, gitmedi. Demişdi:

— Ben tehlikeli yerde mücâhede etmek istiyorum, siper arkasında mücâhede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyâde burayı dahâ tehlikeli görüyorum.”32

 

DÂRÜ’L HİKMET’DE İKEN NEŞROLUNAN ÂSÂRI33

İşârâtü’l-İ’caz fî Mezâni’l-Îcaz. [Arabca, R.1334 ]
Nuktatün min-Nûrî Ma’rifetillah. [Türkce, 1337]
Şuâât-ı Ma’rifeti’n-Nebî. [Türkce, 1339]
Lemeât. [Türkce, 1337-1339] [“Târihçe-i Hayât’ın Zeyli” bu eserin sonunda]
Tulûât. [Türkce, 1339]
Sünûhât. [Türkce ve Arabca yazılar, 1336-1338, 1920]
Kızıl Îcaz. [Arabca, 1339]
Rumûz. [Türkce, 1339]
İşârât. [Türkce, 1339]
Hutuvât-ı Sitte. [Türkce ve Arabca nüshaları var, 1920]
Hakîkat Çekirdekleri (Birinci cüz’). [Türkce, 1336]
Hakîkat Çekirdekleri (İkinci cüz’). [Türkce, 1337-1339]

Bedîüzzamân’ın Diğer bir izin Dilekçesi: 34 23 Eylül 1337

 

TERCÜME-İ HÂL VARAKASINDA (17 Ekim 1921) BEYÂN OLUNAN ÂSÂRI

İşârâtü’l- İ‘câz [Arabca, 1918],

Ta‘lîkāt [Arabca, 1914 (tahmînî te’lif târîhi)],

Kızıl Îcâz [Arabca, 1921],

El-Hutbetü’ş-Şâmiyye  [Arabca, 1912 (Devâü’l-Ye’s Zeylinin Zeyli Türkce)]

Nokta [Türkce, 1337],

Şuâât [Türkce, 1921],

Sünûhât [Türkce ve Arabca yazılar, 1920],

Münâzarât [Türkce, 1329],

Muhâkemât [Türkce, 1327],

Tulûât [Türkce, 1921],

Lemaât [Türkce, 1921],

Rumuz [Türkce, 1921],

İşârât [Türkce, 1921],

Hutuvât-ı Sitte [Türkce ve Arabca nüshaları var, 1920],

İki Mekteb-i Musîbetin Şehâdetnâmesi [Türkce, İlk Baskı 1909, İkinci Baskı 1910],

Hakīkat Çekirdekleri [Türkce, 1. Cüz’: 1920; 2. Cüz’: 1921]

 35

 

Sünûhâtın 22. sayfası “Rü’yâda Bir Hitâbe” ile başlar.36

Bu yazı Kastamonu’da çıkan “Açık Söz”37 gazetesinin 22 Temmuz 1336 (1920) târihli sayısında İslâm’ın Mukadderâtı Hakkında Rü’yâda Bir Hitâbe” başlığı ile yayınlanır.  Aralarında kayda değmez farklılıklar bulunmaktadır..

Açık Söz

22 Temmuz 1336 [1920]

N. 64  S. 2, 3

“İslâm’ın Mukadderâtı Hakkında Rü’yâda Bir Hitâbe 

Eâzım-ı mütefekkirîn-i İslâmiyye’den Bedîüzzamân Saîd-i Kürdî Hazretlerinin İstanbul mahâfil-i siyâsiyye ve ilmiyyesinde mühim te’sirler yapan rü’yâ-yı hakîmânelerinin âhiren elde etdiğimiz bir sûretini [*] ehemmiyyet-i azîmesine mebnî ber-vech-i âtî enzâr-ı ibrete arz ediyoruz:

335 senesi Eylûl’ünde, hâdisât-ı dehrin verdiği ye’s ile şiddetle muztarib idim. Şu kesîf zulmet içinde bir nûr arıyordum. Ma‘nen rü’yâ olan yakazada bulamadım. Hakīkaten yakaza olan rü’yâ-yı sâdıkada bir ziyâ gördüm. Tafsîlâtı terk ile yalnız bana söyletdirilen noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki:

Bir Cum’a gecesinde nevm ile âlem-i misâle girdim. Biri geldi, dedi:

“Mukadderât-ı İslâm içün teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.”

Gittim, gördüm ki; münevver, emsâlini dünyâda görmediğim, selef-i sâlihînden ve her asrın meb’ûslarından mürekkeb bir meclis!. Hicâb etdim, kapıda durdum. Onlardan bir zât dedi ki:

“Ey, felâket, helâket asrının adamı!. Senin de re’yin var, fikrini beyân et!”

Ayakda durup dedim:

“Sorun cevâb vereyim.”
İçlerinden
biri dedi:

“Bu mağlûbiyetin netîcesi ne olacak? Gālibiyet hâlinde ne olurdu?..”

Dedim:

“Musîbet şerr-i mahz olmadığı içün; ba‘zan saâdetden felâket doğduğu gibi, felâketden dahî saâdet çıkar. Eskiden beri i‘lâ-yi Kelimetullah ve bekā-yi istiklâliyyet-i İslâm içün, farz-ı kifâye-i cihâdı der‘uhde ile kendini yekvücûd addetdiği âlem-i İslâm’a fedâya vazîfedâr gören bu alemdâr-ı Hilâfet devlet-i İslâmiyye’nin felâketi, âlem-i İslâm’ın saâdet-i müstakbelesiyle telâfî edilecekdir. Zîrâ, şu musîbet, mâye-i rûhumuz, âb-ı hayâtımız olan uhuvvet-i İslâmiyye’nin inkişâf ve ihtizâzını hâriku’l-âde ta‘cil etdi. Biz incinirken, âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa biraz dahâ incitse, bağıracakdır. Şâyed ölsek, yirmi öleceğiz, fakat üçyüz dirileceğiz. Hârikalar asrındayız. İki-üç sene mevtden sonra, meydanda dirilenler var. Biz bu mağlûbiyet ile bir saâdet-i ‘ācile (عاجله)-i muvakkate gaybetdik. Fakat bir saâdet-i âcile (آجله)-i  müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î, pek mütehavvil ve mahdûd olan hâli, geniş istikbâl ile mübâdele eden kazanır.”

Birden meclis tarafından denildi:

“Îzah et.”

Dedim:

“Devletler, milletler muhârebesi, tabakāt-ı beşer muhârebesine terk-i mevqi‘ ediyor. Zîrâ, beşer esîr olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez. Gālib olsa idik, hasmımız elindeki cereyân-ı müstebidâneye belki dahâ şiddetle kapılacak idik. Hâlbuki, o cereyân hem zâlimâne, hem tabîat-ı âlem-i İslâm’a münâfî, hem ehl-i îmânın ekseriyyet-i mutlakasının menfaatine mübâyin, hem ömrü kısa ve parçalanmaya namzeddir. Eğer ona yapışsaydık, âlem-i İslâm’ı, fıtratına, tabîatına muhâlif bir yola sürükleyecekdik.
Şu medeniyyet-i habîse ki;
biz ondan zarardan başka bir şey görmedik, eğer o cereyân-ı müstebidâneye kendimizi kaptırsa idik, nazar-ı Şerîat’de merdûd olan, seyyiâtı hasenâta galebe etdiğinden, maslahat-ı beşer fetvâsıyle mensûh ve intibâh-ı beşerle mahkûm-i inkıraz bulunan, sefih, mütemerrid, gaddâr; ma‘nen vahşî bir medeniyyetin himâyesini der‘uhde edecekdik.”

Meclisden biri dedi:

“Neden Şerîat şu medeniyyeti red eder?”

Dedim:

“Çünki, o medeniyyet beş menfî esas üzerine teessüs etmişdir. Nokta-i istinâdı kuvvetdir; onun şânı ise, tecâvüzdür. Hedef-i kasdı, menfaatdir; onun şânı ise, tezâhümdür. Hayâtda düstûru, cidâldir; onun şânı ise, tenâzu’dur. Kitleler arasındaki râbıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyyet ve menfî milliyyetdir; onun şânı ise, böyle müdhiş tesâdümdür. Câzibedâr hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî‘ ve arzûlarını tatmin ve metâlibini teshîldir. O hevânın şânı ise, insâniyyeti derece-i melekiyyetden dereke-i kelbiyyete indirmekdir, insanın mesh-i ma‘nevîsine sebeb olmakdır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, maymun postu görülecek gibi hayâle gelir.

İşte onun içün, bu medeniyyet-i hâzıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekāvete atmış, onunu mümevveh (sahte) saâdete çıkarmış, diğer onunu da beyne beyne bırakmış. Saâdet odur ki, külle, yâ eksere saâdet ola. Bu ise, ekall-i kalîldir.

Nev‘-i beşere rahmet olan Kur’an, ancak umûmun, hiç olmazsa ekseriyyetin saâdetini tazammun eden bir medeniyyeti kabûl eder.

Hem, serbest hevânın tahakkümüyle, havâyic-i gayr-i zarûriyye, havâyic-i zarûriyye hükmüne geçmişdir. Bedâvetde bir adam dört şey’e muhtac iken, medeniyyet yüz şey’e muhtac ve fakīr etmişdir. Sa’y, masrafa kâfî gelmediğinden, hîleye, harâma sevk etmekle, ahlâkın esâsını şu noktadan ifsad etmişdir. Cemâate, nev’e verdiği servet ve haşmete bedel; ferdi fakīr, şahsı ahlâksız etmişdir.
Kurûn-i ûlânın mecmû‘ vahşetini, bu medeniyyet bir def‘ada kusdu!
Âlem-i İslâm’ın şu medeniyyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabûlde
ıztırab çekmesi cây-ı dikkatdir. Zîrâ, istiğnâ ve istiklâliyyet hâssasıyle mümtâz olan Şerîat’deki İlâhî hidâyet, Roma felsefesinin dehâsıyle aşılanmaz, imtizâc etmez, bel‘ olunmaz. Bir asıldan tev’em olarak eski Roma ve Yunan dehâları; su ve yağ gibi, mürûr-i a‘sâra, medeniyyet ve Hıristiyanlığın temzîcine rağmen yine istiklâllerini muhâfaza etmiş, adetâ tenâsuhla o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyor. O yağ, o su gibi Şerîat’in rûhu olan nûr-i hidâyet o muzlim medeniyyetin esâsı olan Roma dehâsıyle hiç mezc olunmaz, bel‘ olunmaz.”

Dediler:

“Şerîat-i Garrâ’daki medeniyyet nasıldır?”
Dedim:

“Şerîat-ı Ahmediyye’nin tazammun etdiği ve emir buyuduğu medeniyyet ki; medeniyyet-i hâzıranın inkışâından inkişâf edecekdir. Ötekinin menfî esasları yerine, müsbet esaslar vaz‘ eder. İşte: Nokta-i istinâdı, kuvvete bedel hakdır ki, şânı adâlet ve tevâzündür. Hedefi, menfaat yerine fazîletdir ki, şânı muhabbet ve tecâzübdür. Cihet-i vahdeti, unsuriyyet ve milliyyet yerine râbıta-i dînî, râbıta-i vatanî ve sınıfîdır ki, şânı samîmî uhuvvet ve müsâlemet, hâricin tecâvüzüne karşı yalnız tedâfü‘dür. Hayâtda, düstûr-i cidâl yerine düstûr-i teâvündür ki, şânı ittihâd ve tesânüddür. Hevâ yerine hüdâdır ki, şânı insâniyyeten terakkī ve rûhen tekâmüldür. Hevâyı tahdîd eder. Nefsin hevesât-ı sefîlesinin teshîline bedel, rûhun hissiyyât-ı ulviyyesini tatmin eder.
“Biz mağlûbiyyetle ikinci cereyâna takıldık ki, mazlumların ve cumhûrun cereyânıdır. Başkalarından yüzde seksen fakīr ve
mazlum varsa, İslâm’dan doksan, belki doksanbeşdir. Âlem-i İslâm şu ikinci cereyâna karşı lâkayd veyâ muârız bulunmakla hem istinâdsız, hem bütün emeğini heder, hem onun istîlâsıyle istihâleye ma‘ruz kalmakdan ise, ākılâne davranıp, onu İslâmî bir tarza çevirip, kendine hâdim kılmakdır. Zîrâ, düşmanın düşmanı, dostdur; nasıl ki düşmanın dostu, düşmandır. (من حيث).
“Şu iki cereyânın hedefleri, menfaatleri zıt olduğundan, birisi (öl) ise, diğeri (diril) diyecek. Birinin menfaati zararımızı, ihtilâf ve tedennîmizi, za‘fımızı, uyumamızı istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaati dahî kuvvetimizi, ittihâdımızı bizzarûre iktizâ eder.

Şark husûmeti İslâm inkişâfını boğuyor idi; zâil oldu ve olmalı. Garb husûmeti, İslâm’ın ittihâdına, uhuvvetin inkişâfına en müessir sebebdir, bâkī kalmalı.”

Birden o meclisden tasdik emâreleri görüldü.

Dediler:

“Evet, ümidvâr olunuz; şu istikbâl inkılâbı içinde en yüksek, en gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacakdır!”

Tekrar biri sordu:

“Musîbet, cinâyetin netîcesi, mükâfâtın mukaddemesidir. Hangi fi‘liniz ile kadere fetvâ verdiniz ki, musîbetle hükmetdi? Musîbet-i âmme ekseriyyetin hatâsına terettüb eder. Hâzırda mükâfâtınız nedir?”

Dedim:

“Mukaddemesi, üç mühim erkân-ı İslâmiyye’deki ihmâlimizdir: salât, savm, zekât. Zîrâ, Hâlik Teâlâ yirmidört sâatden yalnız bir sâati, beş namaz içün bizden istedi; tenbellik etdik. Beş sene, yirmidört sâat ta‘lim, meşakkat ile, bir nevi‘ namaz kıldırdı. Senede yalnız bir ay oruc nefsimizden istedi; nefsimize acıdık. Keffâreten, beş sene oruc tutdurdu. İhsan etdiği maldan kırkda birini zekât istedi;  buhl etdik, zulm etdik. O da bizden müterâkim zekâtı aldı.  اَ لْ جَزآءُ مِنْ جِنْسِ الْعَمَلِ             

Mükâfât-ı hâzıramız ise; fâsık, günahkâr bir milletden, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gāzîlik, şehâdet verdi. Müşterek hatâdan neş’et eden müşterek musîbet, mâzînin günâhını sildi.

Yine biri dedi:

“Bir âmir hatâ ile felâkete atmış ise?..”

Dedim:

“Musîbetzede mükâfat ister; yâ âmir-i hatâdârın hasenâtı verilecekdir – bu ise hiç hükmündedir – veyâ hazîne-i gayb verecekdir. Hazîne-i gaybdaki mükâfat ise, derece-i şehâdet ve gāzîlikdir.”
Bakdım, meclis istihsan etdi. Heyecânımdan uyandım;
kendimi terli, el-pençe yatakda oturmuş buldum. Gece böyle geçdi…

***

HÂŞİYE:
Rü’yâda, hac husûsunda bir söz cereyân etmedi. Çünki, haccın ve ondaki hikmetin ihmâli, musîbeti değil, gazab ve kahrı celb etdi. Cezâsı da keffâretü’z-zünûb değil, kessâretü’z-zünûb oldu. Haccın bilhassa taarrüfle tevhîd-i efkârı, teâvünle teşrîk-i mesâîyi tazammun eden içindeki siyâset-i âliyye-i İslâmiyye ve maslahat-ı vâsia-i ictimâiyyenin ihmâlidir ki, düşmana milyonlarla İslâm’ı, İslâm aleyhinde istihdâma zemin ihzar etdi.
İşte Hind, düşman zannederek, pederini
öldürdü, şimdi başında oturmuş ağlıyor, feryâd ediyor!.
İşte Tatar, öldürülmesine yardım etdiği
kardaş olduğunu, “ba‘d-i harâbi’l-Basra” anlamış, ayağı ucunda figān ediyor!.
İşte Arab, yanlışlıkla kahraman kardeşini
öldürmüş, şimdi hayretinden ağlamayı da bilmiyor. İşte Afrika, birâderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor!
İşte âlem-i İslâm,
gafletle, bilmeyerek bayrakdâr oğlunun öldürmesine yardım etdi, şimdi vâlide gibi saçlarını yoluyor, âh ü figān ediyor!
Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyâda uzun seyâhatler etdirildi.
فاعتبروا  يا اولى الابصار

***

Ayni gün pür-ümîd dünyevî bir meclise gitdim. Dünyevîler dedi ki:

“Neden geldin geleli siyâsete karışmıyorsun?”
Dedim:
   

اَعُوذُبِللّٰهِ مِنَ الشَّيطَانِ وَالسِّياَسَةِ
Evet, İstanbul siyâseti, İspanyol [hastalığı] gibi bir hastalıkdır. Fikri hezeyanlaşdırır. Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvâsıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O, telkīn
ile tenvim eder, biz kendimizden hayâl edip, o telkīnâtı icrâ ederiz.
Mâdem ki menba‘ Avrupa’dadır. Gelen cereyan  menfî veyâ müsbetdir. Menfîye kapılan harf gibi: 

دَلَّ عَلٰى مَعْنًى فِى نَفْسِ غَيْرِهِyâhud  لَا يَدُلُّ عَلٰى مَعْنًى فٖى نَفْسِهٖ  ta‘rif edilir. Demek bütün harekâtı, bizzat hâric hesâbına geçer. İrâdesi hükümsüzdür. Hulûs-i niyyeti fâide vermez. Bâhusus, menfî iki cihet-i zaafla hâric cereyânın kuvvetine bir âlet-i lâya‘kıl olur.
Diğer müsbet cereyan ise ki, dâhilden muvâfık şeklini giyer. İsim gibi 
دَلَّ عَلٰى مَعْنًى فٖى نَفْسِهٖ’dir. Hareketi kendinedir. Tebe‘î hâricedir. Lâzım-ı mezheb, mezheb olmadığından, belki muâhez değil. Bâhusus iki cihetle kuvveti, hâric cereyânın müsbet ve za‘fına inzimâm etse, hârici kendine âlet-i lâyeş’ur edebilir.”

Dediler:

“Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor? Din nâmına meydâna çıkmak lâzım?”

Dedim:

“Evet, lâzımdır. Fakat kat‘î bir şartla ki, muharrik, aşk-ı İslâmiyyet ve hâmiyyet-i dîniyye olmalı. Eğer muharrik veyâ müreccih, siyasetçilik veyâ tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hatâ da etse, ma‘fuvdur. İkincisi isâbet de etse, mes’uldür.”

Denildi:

“Nasıl anlarız?”

Dedim:

“Kim fasık siyâsetdâşını, mütedeyyin muhâlifine, sû-i zan bahâneleriyle tercih etse, muharriki siyâsetcilikdir. Hem umûmun mâl-ı mukaddesi olan dîni, inhisar-ı zihniyyetle kendi meslekdaşlarına dahâ ziyâde has göstermekle, kavî bir ekseriyete karşı aleyhdârlık meylini uyandırarak nazardan düşürmek istese, muharriki tarafgirlikdir.
Meselâ, iki adam dövüşürler. Biri,
zaîf düşeceğini hissedince, elindeki Kur’ân’ı kavîye uzatarak himâyesini da‘vet etmek, Kur’ân’ı kavî bir ele vermek lâzımdır. Tâ ki, kendisiyle berâber çamura düşmesin. Kur’ân’a muhabbetini, hürmetini göstersin. Kur’ân’ı, Kur’ân olduğu içün sevsin. Eğer kavînin karşısına Kur’ân’ı siper etse, himâye damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celb eder. Kur’ân’ı kavî bir hâdimden mahrum bırakmakla, zaîf bir elde berâber yere düşürse, o Kur’ân’ı kendi nefsi için sever demekdir.
Evet, dîne imâle
onu iltizâma teşvik etmek ve vazîfe-i dîniyyelerini ihtar etmekle dîne hizmet olur. Yoksa ‘Dinsizsiniz’ dese, bu, onları tecâvüze sevk etmekdir. Din dâhilde menfî tarzda isti‘mâl edilmez. Otuz sene halîfe olan bir zât, menfî siyâset nâmına istifâde edildi zannıyla şerîate gelen tecâvüzü gördünüz. Acabâ şimdiki menfî siyâsetcilerin fetvâlarından istifâde edecek kimdir, bilir misiniz? Bence İslâmın en şedid hasmıdır ki, hançerini İslâm’ın ciğerine saplamıştır.”

Dediler:

Evvelce sen İttihâd’a şedid bir muarız idin. Neden şimdi sükût ediyorsun?”

Dedim:

“Düşmanların onlara şiddet-i hücûmundan. Düşmanın hedef-i hücûmu, onların hasenesi olan azm ü sebâtdır ve İslâmiyyet düşmanına vâsıta-i tesmim olmakdan ferâgatidir.
Bence yol ikidir: Mîzânın iki kefesi gibi; birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı
General Antranik ile berâber olarak Enver’e, yâhud Venizelos ile berâber olarak Saîd Halîm’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.”

Dediler:

“Fırkacılık lâzım-ı Meşrûtiyyetdir.”

Dedim:

“Bizdekilerde hutût-ı efkâr telâkī içün mütemâyilen imtidâda bedel, münharifen gitdiğinden, nokta-i telâkī vatanda değil, belki kürede bile görülmüyor. Vücûd-adem gibi. Birinin vücûdu ötekinin ademini ister.
İnad, ba‘zan müfrit fırka müteassıblarına, dalâl ve bâtılı iltizâm etdirir. Şeytan birisine yardım etse, melek der, rahmet
okur. Ötekini melek görse, libâsını değiştirmiş der, la‘net eder. Sû-i zan ve hüsn-i zan nazarıyle, dûrbînin iki tarafı gibi leh, aleyhdâr, vâhî emâreyi bürhan, bürhânı vâhî emâre görür.
İşte şu zulümdür,
اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ   sırrını gösterir. Zîrâ, hayvânın aksine olarak, insânın kuvâ ve meyilleri fıtraten tahdîd edilmemişdir. Meyl-i zulm hadsizdir. Lâsiyyemâ, ene’nin eşkâl-i habîsesi olan hodgâmlık, hodfikirlik, hodbînlik, hod-endîşlik, gurur ve inad o meyle inzimam etse, öyle ekberü’l-kebâir îcad eder ki, beşer henüz ona isim bulamamışdır. Cehennemin lüzûmuna delil olduğu gibi, cezâsı da yalnız Cehennem olabilir.
Meselâ, birisinin bir sıfatından darılsa, mecma-ı evsâf-ı ma‘sûme olan şahsa, hattâ ehibbâsına, hattâ meslekdâşına zulmünü teşmil eder.
وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى ’ya karşı temerrüd eder.
Meselâ, müteharris bir intikām veyâ müntakīm bir hilâf ile bir kerre demiş ki: ’İslâm mağlûb olacak, kalbi parçalanacak.’ Artık sırf o mürâî ruhdan gelen, yalancı fikirden çıkan meş’um sözünü doğru göstermek içün, İslâm’ın mağlûbiyetini, İslâm’ın perişâniyyetini arzû eder, alkışlar, hasmın darbesinden mütelezziz olur. İşte şu alkış, şu gaddâr telezzüzdür ki, mecruh İslâm’ı müşkil bir mevki‘de bırakıyor. Zîrâ hançerini İslâmın ciğerine saplamış olan hasım, ’Sükût et’ demiyor. Belki ’Alkışla, mütelezziz ol, beni sev!’ diyor, onları misâl gösteriyor.

İşte size dehşetli bir günâh ve zulüm ki, ancak haşirdeki mîzan tartabilir!  وَ قِسْ عَلَيْهَا

Denildi:

“Mağlûbiyet mâlûmdu, biz bilir idik. Bilerek bizi belâya atdılar.”

Dedim:

“Acabâ Hindenburg gibi müdhiş mütehassıslar indinde nazarî kalmış olan netîce-i harb, sizin gibi acemîlere nasıl ma‘lûm ve bedîhî olabilir? Sakın fikir dediğiniz şey – el’iyâzü billâh – arzû olmasın?! Ba‘zan zâlimâne intikām-ı şahsî, arzûya fikir sûretini giydirir.
Mülevves bir çamura düşmüşüz, misk ü anber diye yüzümüze gözümüze bulaşdırmamalıyız
***

İşte; misâlîlerin münevver gece meclisinde, dünyevîlerin muzlim gündüz mahfelinde akıldan akma değil, kalbden çıkan beyânâtım.. İster kabûl et, ister etme. 

فريق فى الجنة وفريق في السعير.  والله يهدى من يشاء الى صراط مستقيم

İstanbul

Bedîüzzaman

Sa‘îd

 (Yeniyazı: B. Tunç)

Garîb bir tevâfuk: Bedîüzzamân’ın yazısının çıktığı Açık Söz’ün ayni sayısında, “M. Kemâl Paşa Hazretlerinin Târîhî Nutku” başlıklı bir tefrîka da devâm etmektedir (s.4):

Mustafa Kemâl Paşa Hazretlerinin

– Târîhî Nutku –

[(63)üncü nüshadan mâba‘d]

                “ Me’mûriyyet-i Aliyyelerine hasbe’l-îcâb hitâm verilmiş olduğundan hem-ân bilâ-te’hir Dersaâdet’e                 avdetleri İrâde-i Hazret-i Pâdişâhî iktizâsındandır efendim.

                Serkâtib-i Şehriyârî

                Ali Fuâd

 

Son cevâbım bu idi:

7-9/7/35 Erzurum

Mâbeyn-i Hümâyun Cenâb-ı Mülûkâne Başkitâbet-i Celîlesi vâsıtasıyle Atebe-i Ulyâ-yi Hazret-i Pâdişâhîye:

Şimdiye kadar gerek Zât-ı Akdes-i Hümâyunlarına ve gerek Harbiyye Nezâretine vâqi‘ olan ma‘rûzâtımda vatan ve milletin ve Makām-ı Muallâ-yı Hilâfetin ma‘ruz ve giriftâr olduğu avâkıb-ı elîme ve buna karşı mütehassıl âlâm ve evzâ‘-i milliyyeyi tekmil safahât ve hakīkatiyle arz etdim. Bunu îfâ etmekle mukaddesâtımın nefs-i âcizâneme tahmil eylediği en yüksek ve en vicdânî vazîfelerden birini yapmış oldum. Âmâl ve teşebbüsât-ı abîdânemin İngilizler’ce müdâfaa-i vataniyye sûretinde değil, şekl-i âherde telakkī olunmasından nâşî Hükûmet-i Seniyyelerinin müşkil bir vaz‘-ı tazyık altında kaldığı irâde ve ifhâm buyuruluyor. Hükûmet-i Seniyyeleri’nin ve Pây-i taht-ı Saltanat–ı Hümâyunlarının zâten ne gibi tazyîq ve şerâit-i elîme-i inhisar altında bulunduğu gerek çâkerlerince ve gerek bütün millet-i necîbelerince tamâmen ma‘lûm ve ayân olduğu cihetle bu tazyîq ve inhisârın dahâ ziyâde tevessüüne ve bâhusus pek büyük revâbıt-ı sıdk ve ubûdiyyetle merbut bulunduğum kalb ve âmâl-i müşfika-i Hümâyunlarının dûçâr-ı kelâl olmasına hiç bir vecihle râzı olamayacağım cihetle yalnız me’mûriyyet-i âcizâneme değil, tekmil mübâhâtini, vatan ve milletimin ve Makām-ı Akdes-i Hümâyunlarının nûr-i feyz ve necâtından alan pek çok sevdiğim mübârek hayât-ı askeriyeme de vedâ‘ sûretiyle arz-ı fedâkârî eylerim. (alkışlar). Makām-ı uzmâ-yı saltanat ve hilâfetin ve millet-i necîbelerinin hayâtımın son noktasına kadar dâimâ hâris ve sâdık bir ferdi gibi kalacağımı kemâl-i ubûdiyyetle arz ve te’min eylerim. Silk-i Celîl-i Askeriyyeden isti‘fâ etdiğimi Harbiyye Nezâretine arz etdim. Sıhhat ve âfiyyet Cenâb-ı Mülûkâneye duâ ve hertürlü âfâtdan masûn buyurmalarını Cenâb-ı Kibriyâ’dan niyâz eylediğim muhât-ı ilm-i âlî buyurulduk da fermân.

                                                                               Mustafa Kemâl

                                                                               Kulları”

(Yeniyazı: B. Tunç)

Bu, M. Kemâl Paşa’nın, TBMM’nin açılışının ertesi günü 24 Nisan 1920’de yaptığı ve kendisini TBMM Reisliğine taşıyan konuşma olmalı..38

Bedîüzzamân’la M. Kemâl’in 1922 Kasım’ından önce karşılaştıklarına dâir bir belge henüz günyüzüne çıkmış değil.. Muhtemelen ilk olarak Açık Söz’ün 22 Temmuz 1920 târihli nüshasında “hitâbe” ve “nutuk”ları ile buluşmuşlar… Uzak olmayan bir gelecekte farklı dünyâların temsilcileri olacaklarını kim bilebilirdi ki?!…   

 

DÂRÜ’L-HİKMET’DEKİ HİZMET SÜRESİ

S. Albayrak, D. Hikmet’in son toplantısının 21 T.evvel 1338 (21 Ekim 1922)’de yapıldığını, 5 T.sânî 1338 (5 Kasım 1922) îtibâriyle çalışmalarına son verdiğini, belirtmektedir. Son toplantıya katılanlar arasında Bedîüzzamân bulunmamaktadır..39

Bedîüzzamân’ın a’zâlık süresi; tâyin ve kapanış târihleri esas alındığında, -rapora istinaden kullandığı izinler dâhil-  4 sene 3 aydır..

 

DÂRÜ’L-HİKMET’İN SONU

“(…) Dârülhikmetil-İslâmiyye’nin 5 Teşrînisânî 1338 târîhinden [5 Kasım 1922] îtibâren çalışmalarına son verdiği Meşîhât Makāmı Kütüphânesindeki karar defterinden anlaşılmaktadır. Bu deftere göre, Teşkîlât a’zâlarının yaptığı en son toplantı 21 Teşrînievvel 1338 [21 Ekim 1922] târîhindedir.”40

Bu çok önemli Müessese, açılış resmi (12 Ağustos 1918) ile kapanış târihleri (5 Kasım 1922) esas alındığında 4 sene, 2 ay, 23 gün faâliyetini sürdürebilmiş, Osmanlı ile berâber târîhin sînesinde yerini almıştır..

 

Bilâl TUNÇ

 

DİPNOTLAR:

 

1 Kızılay Arşivi Belge No: 1682/5

2 Kızılay Arşvi belge No: 1682/5.1

3 Sadık Albayrak; Son Devrin İslâm Akademisi Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye. Y. Asya Yayınları, –İkinci Baskı- Şubat 1973, s.7.

4 İrfan Mektebi; Daru’l-Hikmeti’l İslâmiye’nin yapısı ve faâliyetleri. http://irfanmektebi.com/2014/02/01/darul-hikmetil-islamiyenin-yapisi-ve-faliyetleri/ (Erişim Târîhi: 16.03.2019).

5 Sadık Albayrak; age, s.7.

6 Cemalettin Canlı – Yusuf Kenan Beysülen; Zaman İçinde Bedîüzzaman. İletişim Yayıncılık, 2010, s 255-56.

7 Ahmed Akgündüz, Prof. Dr.; Arşiv Belgeleri Işığında Bedîüzzamân Saîd Nursî ve İlmî Şahsiyeti. – İkinci Kitap, 2014, s.114.

8 Top sayısı değişik kaynaklarda farklı veriliyor:

* Abdurrahman Nursî; Bedîüzzamân’ın Târihçe-i Hayâtı, Necm-i İstikbâl Matbaası, İstanbul, 1335 [1919], s.37.’de 12 top.

* Bedîüzzamân Saîd Nursî; Târihçe-i Hayâtı, Y. Asya Neşriyat 2008, s178’de 30 top.

9 Ramazan Balcı; Vatan savunmasında Said Nursi belgesi. http://www.risalehaber.com/vatan-savunmasinda-said-nursi-belgesi-75005h.htm (Erişim Târîhi: 18.02.2019).  

10 “Eski Diyânet İşleri Başkanlarından Hasan Hüsnü Erdem’den nakledilen bir rivâyete göre, Dârü’l-Hikmeti’l–İslâmiyye a’zâlığı için Fransızca bilme şartı aranmaktadır.. Üstâd, 15 günde Fransızca öğrenir ve tâ’yîni gerçekleşir.. O sıralar Dârü’l-Hikmeti’l–İslâmiyye Reisliğine Fetvâ Emîni Ali Rızâ Efendi Vekâlet etmektedir.  (Ömer Örtlek, Yeni Asya, 22 Aralık 2017).

Ancak, hâtırada gerçeklerle çelişen mübâlağalı noktalar bulunmaktadır...[*] Şöyle ki:

– Üstâd, “(…) ma’lûmâtı olmadan (Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye) a’zâlığına ta’yîn buyrulmuş ve emr-i vâki‘ karşısında bulundurularak kabûle mecbur olmuşdur.” (Abdurrahmân Nursî; age, s.38). Belgeler de Abdurrahmân’ı doğruluyor.

Dârü’l-Hikmeti’l–İslâmiyye a’zâsı iken doldurulan Tercüme-i Hâl Varakasında, “Türk ve Kürd lisânıyla tekellüm ettiğim gibi Arabî ve Fârisî lisânlarıyla yazar ve okurum.” beyânında bulunmakta Fransızca geçmemektedir. (Sadık Albayrak; age, s.214).

– Üstâd’ın ta’yîni (4 Ağustos 1918) Fetvâ Emini Ali Rızâ Efendinin Dârü’l-Hikmeti’l–İslâmiyye Reis Vekilliğine ta’yîninden (10 Ağustos 1918) 6 gün öncedir.. (Sadık Albayrak; age, s.163).

– Kaldı ki, Dârü’l-Hikmeti’l–İslâmiyye a’zâlığı için aranan vasıflar arasında Fransızca şartı bulunmamaktadır.. (Sadık Albayrak; age, s.96).

– Bu durumda Üstâd’ın Fransızca öğrenmiş olma ihtimâli; Ermenice, Rusça, Almanca bilme ihtimâlinden dahâ düşük görünüyor…

[*]: Çelişkilerin bir sebebi, hâdise ile rivâyet ve nakil arasındaki süre uzunluğu olabilir: Hâdisenin vukūu 1918, şâhid tarafından rivâyeti 1963, rivâyetin Y. Asya’da neşri 2017 …

11 Sadık Albayrak; age, s. 216.

12 Sadık Albayrak; Şerîat Yolunda Yürüyenler ve Sürünenler. TİMAŞ Yayınları, 1989, s.148.

13 Sadık Albayrak; Son Devrin İslâm Akademisi Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye. Y. Asya Yayınları, –İkinci Baskı- Şubat 1973, s.7.

14 Eserde görülen bâzı sehivler düzeltilerek alınmıştır..

15 Sadık Albayrak; age, s.80.

16 Sadık Albayrak; age, s.219.

17 Sadık Albayrak; age, s.200.  

18 RNE, Ali Rıza Efendi. http://www.rne.com.tr/portreler/ali-riza-efendi-1861-1943/ (Erişim Târîhi: 21.12.2018).

19 Abdurrahman Nursî; age, s.38.

20 (Müküslü Hamza) Bedîüzzamân Sa‘îd-i Kürdî’nin Terceme-i Hâli: Evkāf-ı İslâmiyye Matbaası, 1334.

21 Ahmed Akgündüz, Prof. Dr.; age, s.161-172.

22 Sadık Albayrak; age, s.203.

23 Abdurrahmân; Bedîüzzamân’ın Târihçe-i Hayâtı, İstanbul, Necm-i İstikbâl Matbaası, [İstanbul],1335.

24 Abdurrahmân; age, s.39.

25 Müküslü Hamza; Bedîüzzamân Sa‘îd-i Kürdî’nin Tercüme-i Hâlinden Bir Hülâsadır, 1334, s.7.

26 Bilal Altan (Doktora Tezi); Kürdistan Teâlî Cemiyeti: Kuruluş, Amaç ve Faaliyetler, s.142,  belge: s. 351 / Yeniden okuma: Bilâl TUNÇ – Nahit TOPALOĞLU

27 Bilal Altan; (Doktora Tezi), Kürdistan Teâlî Cemiyeti: Kuruluş, Amaç ve Faaliyetler, s.110,115. 

28 Ahmed Akgündüz, Prof. Dr.; age, s.224- 229.                                                                 

29 Bedîüzzaman; Tulûât, Evkāf Matbaası, 1339.

30 Ahmed Aklgündüz, Prof.Dr.; age,  s.256-57, 259.

31 Bedîüzzamân Sa‘îd Nursî; Eski Said Dönemi eserleri, Y. Asya Neşriyat, 2009, s.573-76.

32 Abdurrahman Nursî; Târihçe-i Hayât’ın Zeyli, Evkāf-ı İslâmiyye Matbaası, 1337-1339 [1921], s.2

33 Eser listesi, Lemaât’ın sonundaki “Târihçe-i Hayât’ın Zeyli”nde bulunuyor. 

Üzerindeki notdan Lemaât’ın bir Ramazan başlangıcı ile Bayram arasında te’lif edildiği anlaşılıyor. Bu, 1339 Ramazân’ı ise; 9 Mayıs 1921 ile 8 Hazîran 1921 arasındaki sürede te’lif edilmiş.. 3 Eylül 1921’den önce basılmış.. 

34

* Sadık Albayrak; age, s.218.

* Ahmed Akgündüz, Prof.Dr.; age, s.93.

35 Sadık Albayrak; age, s.214-17.

36 Bedîüzzaman; Sünûhât, Evkāf-ı İslâmiyye Matbaası, 1336/1338 [1920].

37 “Açık Söz”, TBMM’de henüz Millî Marş olarak kabûl edilmezden evvel “Sebîlürreşâd”dan sonra İstiklâl Marşı’nın yayınlandığı ilk gazetedir.. Bkz: Emre Gül, İstiklal Marşı’nın Kabul edilmesi. http://www.dunyabulteni.net/?aType=haberYazdir&ArticleID=150948&tip=haber (Erişim Târîhi: 22.12.2018).

38 Şevket Süreyya Aydemir; Mustafa Kemâl’in 24 Nisan Meclis 1920 târihli Meclis Konuşması. Tek Adam: Mustafa Kemâl, cilt II. 

39 Sadık Albayrak; age, s.93.   

40 Sadık Albayrak; age, s.93.

MUFASSAL TÂRİHÇE – RisaleTashih için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et