Bir milletin dili, uzun zamanlar içinde gelişir. Bu gelişme, o topluluğun ma’nevî sâhadaki inkişâfı ile olduğu kadar, maddî ilerlemesi ile de irtibatlıdır. Başka milletlerle olan münâsebetleri de ayrı bir âmildir. Hissiyât ve fikriyâttaki inkişâf dile ve san’ata akseder. Tefekkür ve tahayyül, maddî ilimlerdeki keşiflere, onlar da, bu gelişmeleri ifâde edecek; yeni mefhûmlara işâret olacak yeni kelimeler bulunmasına yol açar. Bunlar çoğu zaman, ihsân-ı İlâhî ile ilk def’a bu keşfe nâil olan halkın kullandığı dildeki kelimeler arasından seçilir. Veyâ o halkın vatan seçtiği topraklarda daha önce yaşamış kavimlerin medeniyetinden kendilerine mîrâs kalmış dillerden alınır. Ekseriyetle ilmî bir mevzûda kullanılan ilk kelime, konulan ilk ad, bu buluşu alıp kullanan milletlerce de ya aynen veyâ kendi telaffuzlarına çevrilmiş hâliyle benimsenir.
Biz, kader-i İlâhînin tensîbiyle millî dilimiz olan Türkçe konuşuruz. Bu dilin târîhî mâcerâsı, dil âlimlerince tahkîk, tedkîk ve tesbît edilmiştir. Düşünce, ilim, san’at, edebiyât sâhasında en yoğun ve en verimli şehir hangisi ise, dil de orada – gerek telaffûz, gerek yerli yerinde kullanılma bakımından – en üst seviyeye erişmektedir. Bizde de böyle olmuş ve Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’da dilimiz, kemâlinin zirvesine çıkmıştır. Saltanat ve saray çevresindekilerin eğitildiği Enderûn mektebinin çekirdeğinden filizlenen, Mevlevî âdâbından feyz alan ve şâir, edîb, âlim kişilerin himmetiyle genişleyen İstanbul lehçesi, Türkçe’nin en beğenilir ve özenilir şîvesi olmuştur.
Her millette olduğu gibi, halkın bütünü bu numûneyi esâs almış değildir. Başşehirden ve saray te’sîrinden uzaklaştıkça, şîveler lisânın asliyetine dönmüş; bölge ve mahallî söyleyişler dile hâkim olmuştur. Cumhûriyetimizin kuruluşu ile birlikle, erişilebilen bütün insan kitlelerine, çok mevzûda olduğu gibi, dil konusunda da tek tip yazma ve okuma öğretilmiştir. Bu sırada İstanbul şîvesi, Osmanlı’dan Cumhûriyet’e intikāl eden şahıslarca kullanılmaya devâm etmiştir. San’at ve edebiyât dünyâsında Türkçe’nin kabûl gördüğü lehçe İstanbul ağzı olarak kalmıştır.
Osmanlılarca kullanılan yazıda, yazı telaffuzun aynısı değildi. Şu anda da, dünyâda pek çok milletin yazısı, harfi harfine aynen okunmamaktadır. Bizim, eski alfabemizi terk ederek, Latin harflerini almamızın verdiği bir cesâretle, yazıldığı gibi okunması kuralı uygulanmaya başlamıştır. Ancak, yeni harflerimiz, bin yıldır hüküm sürdüğü coğrafyada yaşayan pek çok milletten kelime ve kural almış bulunan o gelişmiş dilimizin ihtiyâclarını karşılamada yetersiz kalmıştır. Yeni imlâ kāideleri de bu eksikliği gidermeye yetmeyince, kelimenin aslı, yazılışı ve telaffuzu arasında garip bir uçurum meydana gelmiştir.
Tahsîlini Osmanlı mekteplerinde yapmış ve o kültürle yoğrulmuş kişilerin birer birer göçmeleri ile de eskiden, duyarak kazanılan telaffuz şekli unutulmaya başlamıştır. Başka lisânlardan alınan ve Türkçeleşen kelimelerin atılması devlet politikası olarak benimsenmiştir. Onların yerine, ya Orta Asya’da yaşadığımız çağlarda kullanılmış; fakat, zamanla terk edilmiş olan kelimeler yerleştirilmeye çalışılmış veyâ ne dilin aslî kurallarına uyan, ne de ilmî bir menşei olan pek çok sözcük uydurulmuştur.
Dilimizi genel kabûl gördüğü İstanbul şîvesiyle konuşabilen bir avuç insan da, cem’iyyetin ekseriyetince gülünç görülmeye başlayınca kalabalığa uymak zorunda kalmışlardır. Tiyatro sahnelerinde, 1960’lara kadar çevrilen ve seslendirilen filmlerde, devlet radyolarında bir zaman daha kullanılan bu lehçe, çok istihâlelerden geçmiş de olsa TRT şîvesi olarak iyi-kötü devâm etmektedir.
Esefle belirtmek gerekir ki, bugün, yüzlerle ifâde edilen televizyon ve binlere bâliğ olan radyolardaki sunucular bile Türkçe’yi gerektiği gibi telaffuz edememektedirler. Politikacılar, bürokratlar, gazeteciler, öğretmenler halkın arasından geldiklerinden, telaffuzlarındaki yanlışlıklardan dolayı ma’zûr görülebilirler. Fakat, aynı hatâyı, meslekleri güzel konuşmak olan sunucular işleyince, ne demeli? Burada örnek vermeye kalksak, bir makāle boyu kelime dizmek gerekecek…
Arab atasözünde denildiği gibi: “Yürüyüşünü terk etti; başkasınınkini de öğrenemedi.” Yeni neslin konuşmaları, kaba bir Anadolu lehçesi ile Uzakdoğu milletlerinin tek ve kısa heceli dillerinin bir karması olarak karşımıza çıkıyorsa bunun suçunu yeni yetişenlere yüklemek doğru değildir! Yazımızın kābiliyetsizliğine bizim umursamazlığımızı ekleyin; devlet politikasının her beş on yılda bir lügatimizi nerdeyse yeni baştan yenilemek üzerine teessüs ettiğini hâtırlayın! Kabâhat ne bir, ne bin kişide… Milyonlarda, milyonlarda!
Başkalarına düstûr vermekle iş düzeltilemez. Önce, bu konuda en büyük yardımcımız, eskimeyen yazımız: Osmanlıca’dır. Sonra kelimeleri eski yazımızla da belirtilen iyi bir lügat edinmemiz lâzımdır. Ardından da telaffuzumuzu ve yazdıklarımızı, mümkün olabildiğince, oradaki seslere riâyet ederek düzeltmemiz gereklidir. Bunları yapınca bahsettiğimiz o İstanbul şîvesiyle konuşmuş olmayacağız elbette… Ancak, hiç olmazsa kelimeleri olması gerektiği gibi telaffuz edebileceğiz. Dilimizin âhengini teşkîl eden, ba’zı hecelerin uzun, ba’zılarının kısa okunması gibi husûsiyetlerini muhâfaza edebileceğiz. Bu işin en kolay, en kestirme, en fâideli; hem de ma’nevî bakımdan nice istifâdemize medâr bir yolu var: Risâle-i Nûr Külliyyâtını aslî harflerinden, anlayarak okumak!
Ekrem KILIÇ
One Comment to “DİLİMİZ / Ekrem KILIÇ”