BİR DENSİZLİĞE CEVAP / Rafet Kalyoncu

 

BİR DENSİZLİĞE CEVAP / Rafet Kalyoncu [1]

“Nursi Müslümanlığı değil ajanlığı öğretti!” başlıklı makale:[2]

Öncelikle, söz konusu makale ilk bakışta; hiçbir araştırma yapılmadan, kulaktan dolma bilgilerle ve yüzeysel bir bakış açısıyla çalakalem yazılmış; okuyucuya yanlış bilgi veren,  üslup ve seviyesi son derece düşük ve dedikodu mahiyetinde olduğu intibaını vermektedir..

Elbette Peygamberler dışında herkes tenkit edilebilir. Tenkit yapmak ve okuyucuyu aydınlatmak bir yazarın sadece hakkı değil aynı zamanda görevidir de..

Ve lȃkin bunu yaparken gerekli araştırmalar yapılmalı, konu üzerinde yeterince çalışılmalı, doğru bilgiler ve deliller ortaya konulmalı, ondan sonra hüküm okuyucunun takdirine bırakılmalıdır..

Yazar Efendiler, hem savcı hem hakim olur; delilsiz, dayanaksız, yalan yanlış iddiaları ortaya atıp, bir de kesin hüküm verirlerse, yazdıklarının kıymeti harbiyesi olmaz..

Yazılanlar kȃle alınmaz.. Yazdığı gazetenin tirajı yerlerde sürünür.. (Şekil A’da olduğu gibi)

Yazıdaki yalan ve yanlışlardan seçmeler:

Yanlış: Papa’ya ilk mektubu o yazmadı mı?

Doğrusu: Said Nursi Papaya mektup değil; Kur’an, Hz. Peygamber ve Haşre dair bölümler içeren “Zülfikar” adlı eserini göndermiştir. Oradan da söz konusu kitabın alındığına dair bir teşekkür yazısı gelmiştir. Bütün hikȃye budur. Bunun, FETÖ elebaşısının, Papa karşısındaki zillet görünümüyle hiçbir benzerliği yoktur.

Bakınız: http://www.erisale.com/#content.tr.10.433

(Not: Açılmayan adresler kopyalanıp, boş bir tarayıcı sayfasının adres kısmına yapıştırılarak açılabilir)

Risalelerde, Lemalar adlı eserin ihlas bahsinde, Müslümanların birlik ve beraberliği babında; aralarındaki ihtilafları bırakıp birlik olmaları tavsiye edilirken; Müslümanların, Hıristiyanların hakiki dindar ve ruhanileriyle dahi, ihtilaf sebebi olan noktaları geçici olarak bırakıp, saldırgan dinsizlere (ateist-anarşist-komünistlere) karşı ittifak ihtiyacından bahseden aşağıdaki şekilde bir dipnot vardır.

Bu tavsiye, ikinci dünya savaşı sonrası dünyayı sosyalist yapmaya kalkan Sovyet bloğuna karşıdır. Bu sözü o zamanki soğuk savaş ortamında değerlendirmek gerekir. Bunun FETÖ’nün dinler arası diyaloğu ile ilgisi yoktur. S.Nursi dinlerden bahsetmiyor, dindarların saldırgan ateistlere karşı ittifakından bahsediyor, dinlerin diyaloğundan değil. Diyalog fikren olur, ittifak ise belli konularda eylem birliğini ifade eder.

Asrı saadette yapılan, “Medine Sözleşmesi” diye tarihe geçen antlaşma, Müslümanlarla Yahudi vs gruplar arasında müşterek düşmanları olan Kureyş saldırılarına karşı ittifak maddeleri içermektedir.

Lemalar adlı eserdeki Haşiye:

“Hattâ, hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve nizâ etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.

Bakınız: http://www.erisale.com/#content.tr.3.256

Yalan: Papa’yı, Papazı, ilk sevdiren Nursi değil miydi?

Doğrusu: Risaleler incelenirse, tam tersi ifadelerin olduğu görülür:

Risalelerden alınan bazı beyanlar:

“…Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye’nin âzâsı idim. Bana dediler: ‘Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelime ile cevap istiyorlar.’ Ben dedim: ‘Altı yüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hatta bir kelime ile değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor… Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!’ demiştim.”

Bakınız:  http://www.erisale.com/#content.tr.15.373

“…Dördüncü ve beşinci mâniler: Papazların ve ruhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri ve ecnebîlerin körü körüne onları taklit etmeleridir.”

Bakınız:  http://www.erisale.com/#content.tr.15.540

Yalan, yanlış ve çarpıtma: Hıristiyanlara “iman ehli” diyen Kürt Sait değil miydi?

Hıristiyan’ı cennete koyan, papaza “dindar” diyen

Doğrusu: Said Nursi’nin kesinlikle böyle bir beyanı yoktur. İkinci Dünya savaşı sırasında, harbin perişan ettiği masum ve mazlumlar hakkında insani bir merhamet duygusu ile ifade etmiş olduğu sözler bağlamından koparılmış ve çarpıtılmıştır.

Şöyle ki;

Kastamonu Lahikası adlı eserde geçen meselenin aslı özetle şöyledir:

“… bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu (…)

  Avrupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:

O musibet-i semaviyeden ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

On beşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsâ’nın (a.s.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten tesellî buldum.

Eğer o felâketi gören zâlimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir…”

Bakınız:  http://www.erisale.com/#content.tr.9.141

MÜELLİF AYNI ESERDE, BİRKAÇ SAYFA SONRA AYNI KONUDA ŞU TAVZİHİ YAPMAKTADIR:

“Bu şiddetli kışta ve mânevî, dehşetli, ayrı tarz bir kışta ve nev-i beşer ictimaî hayatında müthiş kanlı diğer tarz bir kışta, çırpınan biçarelere rikkat-i cinsiye ve şefkat-i neviye cihetinden gayet derecede bir hüzün ve elem hissettim. Çok yerlerde beyan ettiğim gibi, yine Erhamürrâhimîn ve Ahkemülhâkimîn olan onların Hâlık-ı Kerîm ve Rahîmin hikmet ve rahmeti, benim kalbimin imdadına yetişti. Mânen denildi ki:

“Senin bu şiddet-i teessürün, o Hakîm ve Rahîmin hikmetini, rahmetini bir nevi tenkit hükmüne geçer. Rahmet-i İlâhiyeden ileri şefkat olunmaz. Hikmet-i Rabbaniyeden daha ekmel hikmet, dâire-i imkânda olamaz. Âsiler, cezalarını; mâsumlar, mazlumlar, zahmetlerinden on derece ziyade mükâfatlarını alacaklarını düşün. Senin daire-i iktidarının haricinde olan hâdisâta, Onun merhamet ve hikmet ve adaleti ve rububiyeti noktasında bakmalısın.” Ben de o lüzumsuz şiddetli elem-i şefkatten kurtuldum.”

Bakınız:  http://www.erisale.com/#content.tr.9.271

Yalan: Anzaklar bir nevi şehittir” sözünün sahibi..

Doğrusu: Said Nursi’nin böyle bir beyanı olmadığı gibi bu manaya gelebilecek bir imada dahi bulunması söz konusu değildir. Esasen böyle bir şeyin olması eşyanın tabiatına aykırıdır. Ömür boyu İngilizlerin İslam alemi üzerindeki desiseleri ile mücadele eden birine böyle bir iftirada bulunmak en basit ifade ile zırvalamaktır.

Böyle asılsız bir iddianın ya dayanağı gösterilmeli yada  haysiyetli ve şerefli davranıp özür dilenmelidir..

Bırakın o iftirayı doğrulayacak bir beyan, Said Nursi’nin tüm sözleri, yazıları veya mektupları içinde tek bir “Anzak” sözcüğü dahi bulunmamaktadır. Buna kuyruklu yalan denir!

PEKİ, SAİD NURSİNİN İNGİLİZLER HAKKINDA DÜŞÜNCESİ NEDİR?

İngilizler hakkında Risalelerden örnekler:

–  “Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı İngiliz, dindeki kayıtsızlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar.”

Bakınız:  http://www.erisale.com/#content.tr.14.177

“Hindistan‘ın kurtuluş rehberi Mahatma Gandi. Biri, İngiliz ceberutuna, İngiliz emperyalizmine ve onun korkunç istilâ ve istismarına baş kaldırmış ve yıllarca büyük dâvâsına hizmet ederek İngiltere’nin bütün haşmet ve kudretini, azîm iradesi önünde âciz ve meflûç bir hale getirmiştir.

Bakınız:  http://www.erisale.com/#content.tr.14.792

“Hem eski Harb-i Umumînin nihayetinde, İstanbul’da İngilizlerin Başkumandanının eline benim İngiliz aleyhine şiddetli yazdığım Hutuvat-ı Sitte ve Başpapazına tahkirkârâne sözlerim eline geçtiği halde, beni mahvetmek yüzde yüz ihtimali varken, hiddetini geri alıp ilişmemesi…”

Bakınız:  http://www.erisale.com/#content.tr.10.313

“Bu Hutuvât-ı Sitte adlı eser, Üstad Bediüzzaman Said Nursî tarafından 1920-1923 yıllarında İstanbul’un işgali sırasında yazılıp işgalcilere karşı gizlice neşredilmiş ve el altından dağıtılmıştır (…)

O dehşetli günlerde Anadolu’nun dört bir yanı işgalci kuvvetlerle sarıldığı bir sırada, başta İngiliz olarak istilacıların yüzlerine tükürürcesine matbaa lisânıyla, İslâmın izzet ve şerefini haykıran ve şehâmet-i imaniyesini çekinmeden izhar eden kahraman Üstadın, binler mehasin-i ulviye ve hizmet-i âliyesine yalnız şu küçük kitap dahi bir parlak âyinedir.”

Bakınız:  http://www.erisale.com/#content.tr.15.369

“İstiklâl Harbinde Hutuvât-ı Sitte namında bir makale ile İstanbul’daki efkâr-ı ulemayı İngiliz aleyhine çevirip Harekât-ı Milliye lehinde ehemmiyetli hizmet eden ve Ayasofya’da binler adama nutkunu dinlettiren”

Bakınız:  http://www.erisale.com/#content.tr.4.572

Hem bunu biliniz ki, yirmi-otuz sene evvel bir gazete gördüm ki, İngilizlerin bir Müstemlekât Nâzırı demiş: “Bu Kur’ân Müslümanların elinde varken biz onlara hakikî hâkim olamayız… Bunun kaldırılmasına ve çürütülmesine çalışmalıyız.” İşte, bu kâfir muannidin bu sözü, otuz senedir nazarımı Avrupa feylesoflarına çevirmiş olduğundan, nefsimden sonra onlarla uğraşıyorum.”

Bakınız:  http://www.erisale.com/#content.tr.14.279

Yalan ve çarpıtma: Bakın şu adamın dediğine:  “ABD’nin Esbak Reis-i Cumhuru Wilson ve İngilizlerin esbak Reis-i Vükelası Loid George gibi çoklar var ki, mutaassıp birer Papaz hükmünde dindar oldular.

Doğrusu: Said Nursi orada bir tespit ve mukayese yapıyor. İslamiyetin tevhid dini olduğunu, vasıtaları kabul etmediğini, enaniyeti kırdığını belirterek; üst makamlara gelen dindar Müslümanların o makamlara gelince enaniyetlerini, (gurur-kibirlerini) terk etmeleri gerektiğini yoksa dindarlıklarını muhafaza edemeyeceklerini ifade ediyor. Yönetici makamına gelen dindar Hıristiyanların ise enaniyetini terk etmek gibi bir durumları olmadığını, akidelerinin farklı olduğunu beyan ediyor. Oradaki amaç, Hıristiyan liderlerin dindar olduklarını vurgulamak değildir.

Bunu anlamak için, aşağıdaki metni okuyup iz’an ve idrak edecek asgari zekaya sahip olmak yetmez, Osmanlı Türkçesini de anlayacak bir dil bilgisi gerekir:

“…İslâmiyet, tevhid-i hakikî dinidir ki, vasıtaları, esbabları iskat ediyor, enâniyeti kırıyor, ubûdiyet-i hâlisa tesis ediyor. Nefsin rububiyetinden tut, tâ her nevi rububiyet-i bâtılayı kat ediyor, reddediyor. Bu sır içindir ki, havastan bir büyük insan tam dindar olsa, enâniyeti terk etmeye mecbur olur. Enâniyeti terk etmeyen, salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terk eder.

Şimdiki Hıristiyanlık dini ise, velediyet akidesini kabul ettiği için, vesait ve esbaba tesir-i hakikî verir. Din namına enâniyeti kırmaz; belki “Hazret-i İsâ aleyhisselâmın bir mukaddes vekili” diye, o enâniyete bir kudsiyet verir. Onun için, dünyaca en büyük makam işgal eden Hıristiyan havasları tam dindar olabilirler. Hattâ Amerika’nın esbak Reisicumhuru Wilson ve İngilizin esbak Reis-i Vükelâsı Lloyd George gibi çoklar var ki, mutaassıp birer papaz hükmünde dindar oldular. Müslümanlarda ise, öyle makamlara girenler, nadiren tam dindar ve salâbetli kalırlar. Çünkü gururu ve enâniyeti bırakamıyorlar. Takvâ-yı hakikî ise, gurur ve enâniyetle içtima edemiyor.

Bakınız:  http://www.erisale.com/#content.tr.2.618

Yalan ve iftira: Nursi,  “Amerika Büyük” demekten,  “Allah büyük” demeye fırsat bulamamış, bir nasipsizdir.

Doğrusu: Aynen Anzaklar yalanında olduğu gibi adice çamur atmaktan öte bir anlam taşımayan zırva..

Zerre kadar Allah korkusu olan vicdan sahibi bir insan böyle bir iftira atamaz..

Amerika ile ilgili söylediği şudur:

“Eskiden Hıristiyan devletleri bu ittihad-ı İslâma taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için, hem Amerika, hem Avrupa devletleri Kur’ân’a ve ittihad-ı İslâma taraftar olmaya mecburdurlar.”

Bakınız:  http://www.erisale.com/#content.tr.10.423

“…Şimdi milletin arzusuyla şeâir-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çâre-i yegânesi, ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır. Eski zamanda İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız olmakla mâni olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muarız değil, belki muhtaçtırlar. Çünkü komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik, doğrudan doğruya anarşistliği intaç ediyor. Ve bu dehşetli tahrip edicilere karşı ancak ve ancak hakikat-ı Kur’âniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmaya vesile olduğu gibi, bu vatanı istilâ-yı ecanipten ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur.”

Bakınız:  http://www.erisale.com/#content.tr.10.387

Said Nursi, tüm batıya karşı Müslümanların tutumunun şöyle olmasını istemektedir:

“Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Garp husumeti, İslâmın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir; bâki kalmalı.”

Bakınız:  http://www.erisale.com/#content.tr.15.333

YUKARIDAKİ İFADELERİN NERESİNDEN AMERİKA BÜYÜKTÜR ANLAMI ÇIKAR?

Yalan ve çarpıtma: Ömründe, hiç Cuma namazı kılmamış biri.

Doğrusu: Bediüzzaman, sürgünde bulunduğu, göz hapsinde olduğu zamanlar dışında her mümin gibi Cuma namazlarına gitmiştir. Aksini iddia art niyetli yobazlıktır.

Bu hususta eserlerinde yeterli malumat bulunmaktadır.

Mesela; Tarihçe-i Hayattaki bir resim altı yazısı:

“Bediüzzaman Hazretlerinin 1952 Yılında İstanbul’da Fatih
Türbesinde Cuma Namazından Çıktıktan Sonra Fatiha Okurken”

Bakınız:  http://www.erisale.com/#content.tr.14.809

– “İmam Ömer Efendi geçen sene, “Ramazanın Hikmetleri” eserinin Ramazan ayı geçtikten sonra gelişinden, benim gibi müteessir olmuştu. Bu Ramazan’ın birinci Cuma hutbesinde, ben de hazır olduğum halde, yüzlerce cemaate, bu nurlu hikmetlerden birkaçını hemen aynen okudu. Bu anda bu fakirde husule gelen şükür hislerini tarif edemeyeceğim.”

Bakınız:  http://www.erisale.com/#content.tr.8.311

Sürgünde bulunduğu bir yerde, Cuma namazına katılmıyor tenkidine kendisinin cevabı:

“Said Cuma cemaatine gelmiyor, sakal bırakmıyor” gibi tenkitleri var.

Elcevap: Ben, çok kusurları kabul ile beraber derim: Bu iki meselede büyük mâzeretlerim var.

Evvelâ: Ben Şâfiîyim. Şâfiî Mezhebinde Cumanın bir şartı, kırk adam imam arkasında Fatiha okumaktır. Daha başka şartlar da var. Onun için burada bana Cuma farz değil. Ben, mezheb-i Âzamîyi takliden, bazan sünnet olarak kılıyordum.

Bakınız:  http://www.erisale.com/#content.tr.10.75

Yalan ve çarpıtma: “5 bin şakirdimle ABD yanında Kore’ye savaşa giderim” diyen..

DoğrusuSaid Nursi, inkȃr-ı uluhiyet olarak tanımladığı Komünizm’e karşı Türkiye’nin Kore savaşına katılmasını tasvip etmiştir. Bütün mesele bundan ibarettir. Gerisi uydurmadır.

Yalan ve çarpıtma: Bu adamı Abdülhamit “DELİ” diye tımarhaneye koydu.

Doğrusu: Said Nursi, Van’da “Medresetüzzehra” adında bir üniversite kurulması için Padişahla görüşüp bir dilekçe vermek istemiş ancak bu isteği kabul görmemiş, bunun yerine kendisine bir miktar bahşiş verilmek istenmiştir.

Padişahın bahşişini reddetmesi üzerine “Topkapı Bimarhanesi” denilen cezaevi-tımarhane karışımı yere hapsedilmiş; kendisiyle görüşen  doktorun “Said deli ise ben dahil akıllı insan yoktur” mealinde bir rapor vermesi üzerine serbest bırakılır. Daha sonra söz konusu Medrese talebi hem Sultan Reşad ve hem de daha sonra Ankara’da Birinci Meclis tarafından kabul edilir; fakat, bu girişimlerden ilki 1. Dünya Savaşı sebebiyle, ikincisi de Şeyh Said isyanı yüzünden sonuca ulaşamamıştır.

Çirkin Bir Öneri: Hükümet çok istiyorsa, Sait Nursi’ye bir mezar bulsun. Arasın önce, Vatikan’a kadar yolu var!

Doğrusu: Evet, Said Nursi’nin mezarı bilinmiyor. Çünkü 27 Mayıs hain darbecileri, onun Ş.Urfadaki henüz birkaç aylık kabrini açtırarak, Batıda bilinmeyen bir yöreye nakletmişlerdir. zaten kendisi de kabrinin gizli kalmasını, ziyarete gelinmemesini, ziyaret etmek isteyenlerin kitaplarını okumasını vasiyet etmişti..

Kader-i ilahi, zalimce de olsa bir anlamda vasiyeti yerine gelmiş oldu.

Adice çamur atma: Nursi Müslümanlığı değil ajanlığı öğretti!

Doğrusu: Said Nursi, tek kelime ile ömrünü İslȃm’a vakfetmiş bir Allah dostu idi..

Ona ajan diyenlerin ve onu küfürle itham edenlerin aynaya bakıp, kendi durumlarını sorgulaması gerekir..

***

Makale yazarına bir hatırlatma:

  • Küfretmek, iftira atmak, yalan söylemek yazarlık değildir.
  • Yeteneği olanlar, eleştiri yapabilirler ama eleştiri bilgi ister, zeka gerektirir.
  • İftira ve hakaretlerin bu dünyada karşılığı olmasa da ahrette hesabı görülecektir.
  • Said Nursi’yi eleştirmek için önce eserlerini okuyup anlamak gerekir.
  • Bunun için belli düzeyde Osmanlıca Türkçesi ve yeterli dini bilgiye sahip olmak icabeder.
  • “Kürt Said!” şeklindeki hitap, sadece Said Nursi’ye değil, milyonlarca Kürt’e hakarettir. Bir ırka mensup olmak, kişinin tercihi değil, Allah’ın takdiridir.
  • Genellikle, güzel ülkemizde ırkçılık yapanlar, özbeöz Türk olmayan, sonradan Türkleşmiş Ermeni ve sair asıllı kişilerdir. Bunun sayısız örneği vardır.. Samimi bir Müslüman zaten ırkçı olamaz!
  • Said Nursi Kürt’tür ama pek çok Türk’ten daha çok bu vatana hizmet etmiş, Ruslara ve Ermeni çetelere karşı savaşmış, esir düşmüş, iki buçuk yıl esaretten sonra, binlerce Türk gencini materyalizmin ağına düşmekten kurtarmıştır. Kesinlikle Kürtçülük yapmamış, yapanları şiddetle uyarmıştır. Şeyh Said’e yazdığı mektup ve eserlerindeki beyanları bunun ispatıdır.
  • FETÖ elebaşısı, 70’li yıllarda, ben Nurcu değilim diyerek Nur Cemaatinden kopmuş; sonra da yerli ve yabancı servislerin hizmetine girdiği anlaşılmıştır.

Her şeyi olduğu gibi Risaleleri de kendi menfur emeli için istismar etmiştir. En başta Kur’anı ve Hz. Peygamberi istismar etmiştir. Onun bu istismarı yüzünden hangi bedbaht, Kur’anı ve Hz. Peygamberi sorumlu tutabilir? Böyle sakat bir mantık olabilir mi?

  • Benzeri şekilde ve aynı üslupla muhterem şeyhiniz hakkında birisi kalkar bir makale yazarsa tepkiniz ne olurdu?

NETİCE:

Lütfen iyi düşününüz; S. Nursi, 57 yıl önce vefat edip, ebedi aleme göçüp gitmiş; bugün kendini savunacak durumu yoktur.

FETÖ elebaşısı ile sağlığında bir kere bile görüşmüş değildir. O hain elebaşının onun talebesi olduğuna dair eserlerinde hiçbir bilgi yoktur. Çünkü sağlığında bilinen talebelerinin isimleri lahikalarında geçmektedir.

Bu tarz saçma sapan yazılar yerine, varsa bir bilgi birikiminiz, objektif bir şekilde, yalan söylemeden ve iftira atmadan, dürüstçe eleştirilerde bulununuz..

Said Nursi’ye Nur cemaatine iftira atmakla binlerce insanın gıybetini yapıp günahını aldınız. Hiç olmazsa şu kuyruklu yalan olan “Anzak” meselesi için bir özür beyanı ile bir erdemlilik gösteriniz..

31.12.2017

Rafet Kalyoncu

       [3]

 

DİPNOTLAR [B. Tunç)

[1]: 1.1.2018 târihli e-mail eki.

[2]: http://www.yenimesaj.com.tr/nursi-muslumanligi-degil-ajanligi-ogretti-makale,12021624.html

[3]: Derleyenin Notu: (Makāle Yazarı ile vâki 02.01.2018 târihli e-mail görüşmemizden).

(B.T.) – Yazınızla ilgili bir-iki tereddüdümü izninizle takdirlerinize sunuyorum:

“Bu Hutuvât-ı Sitte adlı eser, Üstad Bediüzzaman Said Nursî tarafından 1920-1923 yıllarında İstanbul’un işgali sırasında yazılıp işgalcilere karşı gizlice neşredilmiş ve el altından dağıtılmıştır.”(1)

Daha sonra söz konusu Medrese talebi hem Sultan Reşad ve hem de daha sonra Ankara’da Birinci Meclis tarafından kabul edilir; fakat, bu girişimlerden ilki 1. Dünya Savaşı sebebiyle, ikincisi de Şeyh Said isyanı yüzünden sonuca ulaşamamıştır.”(2) 

(1): Gerçi târih bir iktibâs ama tesbîtime göre 1920 dahâ doğru.

(2): Mezkûr Medrese ile ilgili 17 Şubat 1923 târihli kānun teklîfi, 19 Şubat’da Meclis Başkanlığına arz edilmiş, 21 Şubat’da Meclis’de görüşülerek Lâyiha (Kānun Teklifleri) Encümenine havâle edilmiş …

İkinci teşebbüsün akîm kalması yeni Devlete hâkim zihniyet değişikliğinden olmalı. Hilâfet ve, Şer’iyye ve Evkāf Vekâletlerinin kaldırılması, Tevhîd-i Tedrîsât Kānûnunun çıkartılmasıyle (3 Mart 1924) böyle bir teşebbüsün hayât bulmasına imkân bırakılmamıştı zâten..

Ve nihâyet uzunca bir fâsıladan sonra Medresetüzzehrâ kānun teklîfi, Diyânet İşleri ve Evkāf Encümeni’nce, “muâmeleye mahal olmadığından reddine” karar verilerek 29.11.1341/1925 târîhinde Hey’et-i Umûmiyye’ye arzedilir.

Muhterem Araştırmacının Açıklaması:

“Hutuvatı sitte ile ilgili tarihlerde problem yok.. İngilizlerin şehri terki 1923 sonbaharında olduğuna göre, 1920-1923 yılları içinde  dağıtılmış olması normaldir.

Medresetüzzehra ile ilgili notunuz doğru fakat orada vurgulamak istediğim husus; kısaca medresenin gerçekleşememe sebebidir.. Diğer hususlar sizin belirttiğiniz gibidir.”

(R.K.)

 

Bir yanıt yazın