Diller nasıl doğdu ve bugünki hâline gelinceye kadar ne safhalardan geçti? Bunun cevâbını vermeye çalışan âlimler, tahmînden öteye kesin bir hüküm veremiyorlar. İşin gerçek yönü çok önemli değil. Biz, mevzûa dikkat çekmek için böyle bir giriş yaptık.
Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan; karşılıklı duygu, istek, ihtiyâclarını birbirine iletmeye yarayan bir vâsıta. İnsanlığın da mümtâz vasıflarından biri. Kâinâtı yoktan var eden Allâhu Teâlâ, yaratacağı mahlûkāta ezelî ilmi ile nasıl bir şekil takdîr etti ise, ona uygun olarak da bir anlaşma vesîlesi ihsân etmiş. Kendi “kelâm” sıfatının tecellîsine muvâfık tarzda, şuurlu varlıklar olan meleklere, cinlere, insanlara bir çeşit lisân vermiş. Bir baba ve anadan doğup çoğalan insanoğluna ilhâm ettiği dil zamanla farklılaşıp çeşitlenmiş. Bu husûsa, bizzât Cenâb-ı Mütekellîm, Kur’ân-ı Kerîm’de “renklerinizin ve dillerinizin farklılığı” diyerek işâret buyurmaktadır.
Her insanın ana dili, onu daha iyi anlayabildiği ve kullanabildiği için, en güzelidir. Kimseyi elinde olmayan sebeblerle ve kendisinin ihtiyârı hâricinde, kader-i İlâhî’nin sevkiyle içinde bulunduğu hâlden dolayı kınayamayız. Bir kişi, dünyânın en geri kabîlesine mensûb bulunsa ve konuştuğu dil en ibtidâî bir şekilde bile bulunsa; bundan dolayı ayıplanamaz ve başka bir lisânı tercîhe zorlanamaz. O şahıs ve etrâfındakiler kendi eksiklerini fark edip, daha gelişmiş bir dili seçmek isterlerse, bu tamâmen onların irâdesidir.
İnsanların düşünceleri, duyguları, san’atları, ilimleri, buluşları inkişâf ettikçe dilleri de gelişir. Zihnî faâliyetlerin artması nisbetinde lisânda ilerleme olur. Mefhûmların çoğalması, eşyânın çeşitlenmesi, hissiyâtın yücelip genişlemesi yeni kelimeleri lüzûmlu kılar. Çeşitli dillerin birbirini etkilemesi netîcesinde bir çok kelime mübâdele edilir. Dışarıdan idhâl edilen bu ibâreler zamanla mefhûm ve telaffûz değişmesine uğrar. Bir memlekete göç edip, git gide o memleket ahâlîsi gibi davranan şahıslar gibi, başka dillerden göçen ve geçen sözler de yerlileşir; yadırganmaz olur.
Sosyolojik hâdiseler de, müsbet ilimlerin îzâh ettiği üzere, maddî konularda cereyân eden bir takım kānûnlar gibi, ıttırâdî kāidelere bağlıdır. Belki, ilk bakışta anlaşılamayan ve çözülemeyen, fakat uzun süreler içinde gelişip rüsûh bulan bu hâl değiştirmeler, dıştan müdâhaleler olmaması kaydıyla tabiîdir; bünyede mes’ele çıkarmaz. Mühim olan, bu işlemlerin zorla, ictimâî vücûdu tahrîb ederek yapılmaya çalışılmamasıdır.
Maalesef, bazı idâreciler, maddî sâhalardaki geri kalmışlıklarını aşmak ve benzemek istedikleri topluluklara yetişmek niyetiyle – moda ta’biriyle – toplum mühendisliği yaparak bir milletin binlerce yılda meydana gelen kültür değerleri ile oynamaktadırlar. Kültürün temelinde yatan dil de bu mevzûda ilk el atılan yerlerdendir. Lisânı sun’î olarak değiştirilmeye çalışılan milletlerde, nesiller arası anlaşmazlıkların çıkması kaçınılmazdır. Mâzî, hâl ve istikbâlin arasındaki köprüler atılmış ise onları aynı değerler, aynı mefhûmlar etrâfında toplamak nasıl kābil olur?
Kendi lisânına, dolayısı ile maddî ve ma’nevî kültürüne hakkıyla vâkıf olan bir insan, çevresi ile daha kolay anlaşır; irtibât kurar. Muhâtabını ve okuduğunu daha kolay anlar. Merâmını anlatır. Hissiyât ve fikriyâtını daha açık ifâde eder. Böylece, anlaşılamamaktan doğan münâkaşalar ortadan kalkar. Ana dilinin inceliklerini kavrayan bir insan için başka dillerin öğrenilmesi de ehven olur. Kendi dilini yeterli gören kimse, başkalarının karşısında aşağılık duygusuna kapılmaz. Kendisini de, dil konusunda da olsa, başkalarından üstün görmez. Değil mi ki, o lisânla insanlar anlaşmaktadırlar; o hâlde mes’ele yoktur!
Kendi diline, kültürüne, değerlerine saygılı olan şahıs, başkalarının farklı durumlarına karşı müsâmahakâr olur. Kimseye tahakkümle kendi doğrularını kabûle zorlamaz. “Kuzguna yavrusu ankâ görünür.” atasözünde olduğu gibi, her insan kendi diliyle konuşmayı, okumayı, yazmayı, anlaşmayı; şiir ve şarkı söylemeyi daha bir başka sever. Benim dilim en güzeldir, diyebilir. Yalnız benimki güzeldir, diyemez. Kendi lisânını kullanabilen, başkasınınkini bilmemesinden dolayı ayıplanamaz. Böyle bir mecbûriyeti yoktur. Bizim ona demek istediğimiz bir husûs varsa, onun dili ile söylemek için gayret bize düşer.
İnsanları lisân mevzûunda zorlamayan ve tek kalıba dökmeyen Hâlık-i Kadîr’e muhâlefet etmek, insan olana yakışmaz. Cenâb-ı Hakk, beşeriyetin bedevîlik ve tufûliyet devirlerinde her kavme kendi lisânı üzere teblîğde bulunan peygamberler yollamıştır. Ancak, insanoğlu belli bir olgunluğu kazandıktan sonradır ki, son peygamber Hz. Muhammed (sas) ve son kitâb Kur’ân-ı Hakîm bütün beşeriyete (ve şuûrlu mahlûkāttan olan cinlere), hak ve hakîkati teblîğ için gönderilmiştir.
Diller anlaşma ve uzlaşma için halk edilmiştir; kavga ve kuru tefâhür için değil…
Not: Latîfeci okurum. Mesleğimizin esaslarından olan şefkat, kimseyi dövmeye izin vermiyor; ne burada, ne Bursa’da, ne Urfa’da…
Ekrem KILIÇ
www.risaletalim.com ‘dan